7 Kasım 2018 Çarşamba

1 Yıl

Günün bitmesine yarım saat kala yine kendime insanlardan nefret etmelik sebepler buldum. Tabii en çok da kendimden. Güzel bulduğum şeyleri tahrip etme dürtüsünden kurtulamıyorum.

Gözlerimi kapattığımda bazen kendimi sevdiklerimin mezarlarının başında buluyorum. Korkulacak bir şey yok, henuz halüsinasyon görecek kadar (görsem de anlatacak kadar) delirmedim. Bu yalnızca duygusal acının ne kadarını kaldırabileceğimi görmemi sağlayan ufak bir egzersiz. Pek çoğunda damarlarımda üzüntüden çok öfke kol geziyor. Bu tür durumlarda insanların düştüklerini iddia ettikleri o boşlukta kendinden emin öfkeli bakışlarım beliriyor. Boşluk hissi genelde kaybolmakla ilişkilendirilir. Ben ise kaybolmak bir yana, yolumu bulmuş gibi hissediyorum. Duvarlarının içinden gecebildiğim uçsuz-bucaksız ve karanlık bir labirentte tüm yollara hakimmişim gibi. Kaybettiğim her insan ile lanet geçmişimden arınıyormuşum gibi.

Zihnim sevdiklerime mezar kazarken gerçekte umursayabildiğim tek şey Micron 005'imin bitiyor oluşu. Bir de odamda belli belirsiz fısıltılarla yankılanmaya devam eden o malûm soru. Kendim olabildiğim tek zaman dilimi gece iken, gün ışığına tapınan bu çakma İkarusların arasında kalmaya devam edişim neden?

8 Kasım 2017 Çarşamba

Durum Güncellemesi: İnfilak Halinde

Çağdaş psikoloji vizesine hazırlanırken gördüğüm "Wundt yavaş yavaş hayallerini kontrol altına almayı öğrendi" cümlesi olmasa aklıma bile gelmeyeceksiniz sevgili okuyucularım. Fiziksel ve ruhsal yorgunluk içinde olduğum bu dönemde blog yazmamı beklemeyin demeye geldim. Lakin hoş olabileceğini düşündüğüm bir fikrim var. Bloglara ses kayıtları da eklemeyi düşünüyorum. Okumayı sevmeyen arkadaşlarımıza iyilik yapıyor gibi görünebilirim. Şunu bilin ki zerre alakası yok. Vurguları doğru yerlerde yapmadığınız için o 'cağnım' satırlar duygularını yitirip çöp oluyor ve bunu cümlelerime yapılan bir hakaret sayarım.

Hazır gelmişken baş ucunuza melodisinden çok klibini sevdiğim bir parça bırakacağım ve hızla kovuğuma geri döneceğim. Zira yorgunluktan zihnim ve vücudum sık sık kendini kapatıyor ve olur olmadık yerlerde uyuyakalıyorum. Benden çok daha keyifli günler geçiriyor olmanız dileğiyle, müjk.

11 Ekim 2017 Çarşamba

Başka Bir Arzunuz?

Tamam, evet. Sanırım artık kendimi yazmaya hazır hissediyorum. Verdiğim uzun aralar için düzenli okuyucularıma özürlerimi sunuyor ve sülaleme ettikleri küfürleri geri almalarını rica ediyorum. Zira sinüzit krampları yüzünden 2 gündür kıvranmaktayım ve artık bunların migren olma ihtimali zihnimi kurcalamaya başladı. Tabii bunlar normal insanlara verdiğim cevaplar. Bana kalırsa şeytani bir varlık beynimi ele geçirmeye çalışıyor. Blog yazamayışlarımı da buna bağlayarak yırtmayı planlıyorum. Ayrıca bugün şu ortadan kaybolmalarımın savunmasını yapmak için muazzam bir gün. O halde ne duruyoruz. Hemen başlayalım. Tabii önce blog şarkısı. Burdan buyrun. (Blog şarkılarımı ciddi bir konuşmaya başlamadan önce uzatılan sigara gibi hissetmeniz normal. Öyleler çünkü. Ateşi dert etmeyin, ben yazmaya devam ettiğim sürece yanacaktır.)

Pek çok konu hakkında, pek çok kişi tarafından, pek çok kez eleştiri aldım. Konuyla ilgili olanları kısaca paylaşacağım.
-Bedenin burda ama sanki ruhun/aklın başka bir yerdeymiş gibi, boş bakıyorsun.
-Hiç kimsede kalamayacak kadar korkaksın. 
-Gerçek dünyada yaşayacak cesaretin bile yok.
-Rol yapıyorsun, hayatın rolden ibaret. 
-Kalpsizsin, kimseyi sevemezsin, bencilsin.
-Seni seven insanları kendinden uzaklaştırıyorsun, yapayalnız kalacaksın. 

Okudukça içinin yağları eridi mi? Beni azıcık bile tanıyorsan muhtemelen birkaçıyla veya hepsiyle hemfikirsindir. "Dostlar, Romalılar, durun! Aslında hiçbiri göründüğü gibi değil. Şimdi size gerçek beni anlatacağım." dememi bekliyorsan masa altından çektiğim nah ile seni başbaşa bırakıyorum. Hiçbirini yalanlayacak değilim. Birebir, ne yazıyorsa doğru. Ben sadece neden doğru olduklarını anlatacağım. 

Öncelikle hayata benim gözlerimle bakman lazım. Miyop olmamdan kaynaklanan bulanıklığı bir kenara bırakırsak insanlarla kurduğum iletişimin belli başlı ölçütleri var. Arkadaşlık, dostluk, sevgi, aşk, aradaki ilişkinin adı ne olursa olsun benim için olmazsa olmaz bir kural var. Uyum. Gelin sizi kendi ütopyamdaki ideal insan ilişkileri departmanına götüreyim. 

Burada insanlar 'ilişki büyük çabalar gerektirir, zorluklara katlanmazsan güzelliklere erişemezsin' zırvalarına inanmıyorlar. Çünkü doğal olanı bu değil. Doğal olanı insanların pırıl pırıl nehirler gibi kendilerini akışa bırakmaları. Böylece seninle aynı yolda akan nehirlerle doğal olarak birleşip daha güçlü, daha görkemli ve uyumlu bir birlikteliğe sahip olabilirsin.  Sırf ilişkiyi kurtarmak, sözde insan kazanmak için yatağını zorla değiştirdiğin o nehir sana neye mâlolur bir fikrin var mı? Bi örnekle anlatayım. 

Romantik bir ilişkinin içindesin. Çok seviyorsun ama her hafta en az bir kavga patlak veriyor. Evet ufak tefek farklar ilişkiye renk katar. Ama sizin farklar pek ufak değil. Farklı yönde akan iki nehirsiniz ama o kadar çok seviyorsun ve 'ilişki çaba gerektirir' zırvasına o kadar inanmışsın ki kendi suyunun akışını ilişkiyi kurtarmak için değiştiriyorsun. Hem de yaptığının bi marifet olduğunu sanarak, fedakarlığınla gurur duyarak. Well done. Birinci sınıf bir sazansın. Doğal dengenin anuna koydun. Yatağını değiştirdiğin nehir yüzünden verimli topraklar ve ekinler sular altında kaldı. Kendi yolunda akan nehirlerin üzerinden geçerek onların da suyunu bulandırdın. Gerçek yaşama tezahürü de kendini ve sevdiğini kandırmak olarak hayat buldu. Kendini ve onu sürekli değiştirmeye çalıştın. İlişkiyi yıprattın. Sürekli çabalamak zorunda olduğun (çünkü kontrolü elden bıraktığında sular altında kalacak) bir ilişkinin içinde kilitlenmiş vaziyettesin. Artık yorgunsun. Üstelik asıl macera yeni başlıyor. Sevdiğin insanla elele verip hayatın zorluklarına gögüs germen gereken 'gerçek problemler' geldi çattı. Ama siz bütün enerjinizi birbirinizi yontmaya çalışırken harcadınız. Normalde birlikte halledebileceğiniz ufak zorluklar büyüyüp okyanus oldu ve sizin cılız nehirlerinizi yutup geçti. Artık siz diye bir şey yok. Sen bile yoksun. Sahip olduğun nehir okyanusa karıştı ve 'ben' diyebileceğin bir varlık kalmadı. Boşlukta hissediyorsun. Zayıfsın, yaralısın. 

Ama henüz her şey bitmiş değil. Vücuduna yeni bir ruh, ruhuna yeni bir nehir bulabilirsin. Ne yapacağını bilemesen bile artık ne yapmaman gerektiğini biliyorsun. Ütopyama hoşgeldin. 

Burada kalabilmek ve kendin olabilmek için hatırlaman gereken bazı şeyler var. Öncelikle kendini tanıyacaksın. 'Kendini bulmadan başkasında kaybolmayacaksın' Bi bak bakalım, senin nehrin ne kadar hızlı akıyor, nereye gidiyor, nelerden hoşlanıyor, zaafları ve hedefleri ne. Kendini tanı ki hangi akıntıların seni yolundan edeceğini, hangilerinin seni güçlendireceğini önceden kestirebilir hale gel. Her zaman doğru olanı yapmak zorunda değilsin. İstersen yine kendini zararlı akıntılara kaptır, adrenalinin damarlarına sızmasına izin ver, dağıt, dağıl. Ama başına gelecekleri bilerek, hazırlıklı olarak. Savaşa girmek istiyorsan gireceksin ama yanında silahın olmazsa veya silahını -yani kendini- yeterince tanımıyorsan savaş ortamının tadını alamadan can vereceksin. Buna cesaret değil enayilik diyoruz. 

Kavgadan gürültüden uzak yaşamayı tercih ediyorsan da yoluna az insanla devam etmeyi öğreneceksin. Çünkü fazlasına zaten ihtiyacın olmayacak. Ters akıntıyla senin bölgene girmek isteyen nehirlere en başından dur diyeceksin. Kendini bulamamış veya bulma çabasında olmayan kimseyi hayatına 'ciddi anlamda' almayacaksın. Sohbet edip iletişim kurmaya devam edebilirsin ama senin sularına girmeye başladığında arkana bile bakmadan gideceksin. İnan bana, onun için de koca bir vakit kaybını engellemiş oldun. İnsanlar seni sevgisizlikle, bencillikle, korkaklıkla suçlayacak. Pek de haksız sayılmazlar. Ama kendi belini doğrultamamış insanların seni yolundan alıkoymasına izin vermeyeceksin. Gitmen gerekiyorsa gideceksin, hatta kaçacaksın, bileklerini veya belini kavramalarına izin vermeyeceksin. Çünkü artık ne istemediğini biliyorsun. Ne istediğini öğrenmek için ise her zaman yeterli vaktin olacak. Şayet gün gelir de ne istediğini keşfedersen beni mutlaka bul. Çünkü ben hâlâ..

Leaving everything I know is fine
Time to start again
If I lose myself I've tried
I will break the chain

I'll go so far you won't find me
I'll free my mind and trust my feet
You'll try and try but won't catch me
Because the road is calling me.




20 Eylül 2017 Çarşamba

Dikkat: Bu blog yazısı kendini her an imha edebilir.

Merhaba Sayın Okuyucu. O kadar uzun zamandır ne istediğimi bilemez haldeyim ki, bu blogu yazmak istediğime bile emin değilim.

Düşündüm de sanırım istemiyorum. Birkaç şarkı göndermek isterseniz mail'imi biliyorsunuz. Gudbay.

8 Eylül 2017 Cuma

Ama bugün Çarşamba değil ki

Bi'gün yine delirmenin eşiğindeyim. Bundan en fazla 2 sene önce falan. Ama nasıl delirmek, adeta ergenliğimi başa sarmışlar ve hızlandırılmış kurs tadında tekrar yaşatıyorlar. Tabii ben de o sırada 'Ya gidin başımdan, depreşyora girmeye çalışıyorum burda' şeklinde isyanlardan isyan beğenmekteyim.

İşte o dönemlerde muhtemelen aileye ses yükseltilmez tezinden ötürü ağzıma yıldırım düşmüş olacak ki, yıldırımın da etkisiyle titreyip kendime gelmeye karar verdim. Elimin altında da sınırsız bir psikoloji ve kişisel gelişim kitapları arşivi vardı. Okuduğum kitaplardan en net hatırladığım ve uygulamaya hala devam ettiğim bir yöntemi kısaca paylaşarak yazıya giriş yapacağım. Evet, bu hala yazıya girişememiş halim. 

Kitabın önerdiği kadarıyla kafatasımızın içinde bir oda yaratıyoruz. Odanın tabanı burnumuzun ucunun 1 cm kadar yukarısı. Tavanı ise alnımızın saçımızla birleştiği yer. (Keller için ekleme yapılmamış, onlar tam manasıyla kafasına göre takılabilir.) Gözlerimiz bu odanın pencereleri. Ve dış koşullar yüzünden bunaldığımız, çaresiz hissettiğimiz, korktuğumuz ve yorulduğumuz her an, her yerde kendimizi bu odanın içinde hayal edip sakinleşmemiz öneriliyor. Bu imajinasyon alıştırmasının temelinde; muhtemelen insanların kendine yetemediği durumlarda huzurlu kucak arayışlarını dindirmeleri ve stresi azaltarak zihinlerini sakinleştirmeleri amaçlanmış. 

Gelgelelim ki bende olaylar öyle gelişmiyor. Kalbim veya hayallerim her kırıldığında vücudumda nükseden seller ve depremler yüzünden o minicik odamın camdan duvarları paramparça oluyor. Bi gün başıma yıkılan tavanın enkazında ezilerek ölüyorum. Sonraki gün paramparça olan zeminin yarıklarından düşerek ölüyorum. Başka bi gün gözyaşlarımın sel olup pencerelerimden içeri doluşuyla boğularak can veriyorum. Çöplükten hallice olan bilinçaltım yüzünden gözlerimi kapatıp o korunaklı odaya her girişimde huzurun bildiğim tek tarifi olan ölümle ödüllendiriliyorum. 

Kimileri canını yakanlardan intikam almak için kıyar canına. Kimileri göçüp gidenleri özlediğinden . Bazıları da kendinden kaçmak için. Benimkisi biraz hepsi, biraz hiçbiri. Esasen belki de hiç başka bir alternatifim olmadığından. Yanlış yaptığı noktada yanlışını düzeltmeye çalışmak yerine, o güne kadar yapılmış tüm doğrularla birlikte bütün emeğini çöpe atmaya alışık olan ben; yok olmaktan başka bir çözüm bilmiyorum. 

Şu noktada belirtmem gereken bi mevzu daha var. Blogu düzenli takip ettiklerini bildiğim birkaç kişiye sesleneceğim. Beni yeterince tanıyorsunuz, intihar gibi bir girişimde bulunmayacağım aşikar. Kaçışın böylesi benim için bile fazla çocukça. Bahsi geçen ölüm elbette ki fiziksel bedeni kapsamıyor. İki dakika metafor yaptırmıyorsunuz ki anuna koyayım ya. 

Tamam yok size sanatsal anlatım falan, gidin Alacakaranlık serisini izleyin. (Hani vampirler sonsuza kadar yaşıyor ya. Ölmüyorlar falan. Onlarınkinin metafor olduğu hemen anlaşılır diye. Aman ya soktuğum lafı bile açıklatıyorsunuz gidiyorum ben.)


29 Ağustos 2017 Salı

2x3 YIL

Bugün "Türk'ün aklı ya kaçarken, ya sıçarken" söyleyişini haklı çıkartmış olmanın gururuyla yazmaya başlıyorum sayın okuyucu. Daha iyi tahlil edilebilmesi açısından bulunduğum ortamı biraz tarif edeceğim. Odamdan tuvalete dümdüz uzanan bir koridora sahibim. Koridorun solunda epey geniş bir boy aynası var. Sağında bütün duvarı kaplayan aynalı bir dolap. Karşıya bakıldığında ise kapısı açık olan tuvalet aynası ile göz göze geliniyor. Yani odamdan çıkıp tuvalete yürüyen herhangi birinin önü, arkası, sağı, solu sobe.

Dün gece bahsi geçen odamda, yine daha önce bahsettiğim şu dandik roleplay oyununun bana son zamanlarda kattığı en güzel şey olan Full Circle'ı dinleyerek tembellik etmekteydim. Uzun zamandır İngilizce bir şarkıyı sadece dinleyerek ezberlememiş olan ben, iki gündür kendimi bu parçayı mırıldanırken yakalıyorum. Düşün artık ne kadar dinlediğimi. Yüksek volumlü müzikten boza kıvamına gelmiş beynim bir süre sonra 'ARTIK İŞEMELİSİN ÇÜNKÜ YÜZDE ELLİYİ ZOR TUTUYORUM' şeklinde sinyaller göndermeye başladı. 

Geçirmekte olduğum sağlık sorunu ve bitmeyen ağrılar yüzünden bitkin düşmüş bedenimi tuvalete sürüklerken solumdaki aynayla göz göze geldim. (Dipnot: Eğer kendimi düzeltmem gereken bir ortamda değilsem aynaya bakmaktan nefret ederim.) Lakin bu kez aynada gördüğüm yansıma gözüme bulmayı beklediğimden daha güzel göründü. Hatta itiraf etmek gerekirse 'İnsanların neden seni çabucak sevdiğini anlamak zor değil' diye mırıldandım. Çünkü biliyorsun, ukalalık bizde ata sporu.

Durup biraz keyfini çıkartmaya karar verdim. Malum, kendimi sevme hissine pek alışık değilim. Hatta çoğunlukla kendimi insanların kendi üzerlerine alındıkları bi küfür olarak tanımlarım. Hayatına girdiğim insanlara işlevimi soracak olursan bu tanımı doğrulayacaklardır. Eğer yeni yeni tanışıyorsak ortaya edilen küfürü üzerine alınma hızın ile beni sahiplenme/bağlanma hızın birebir aynı olacaktır. Ve tabii en az bir küfür kadar rahatsız edici oluşum yüzünden bünyen kendini aynı hızla savunmaya başlayacak veya ziktiri çekecektir.

Sevdiğim insanların hayatında bi nebze daha fazla kalabilmek için farklı biri olmayı dilediğim oluyor bazen. Lakin her seferinde kendimi sıkılgan ruhuma teslim olup insanlardan kaçarken yakalıyorum. Söz konusu mücadele etmek olunca uçsuz vazgeçişlerim beni bucaksızlığa sürüklüyor. Bu uçsuz-bucaksız koyvermişlik halini betimlemek için dünya tatlısı bi arkadaşın fikrine ortak olacağım. Şöyle ki:

Ben yarışılacak biri değilim. Biri benimle yarışmaya kalksa madalyasını takar çekilirim, olan seyirciye olur. İnsanlarda hırs böyle çalışıyor olabilir ama bende o şekilde çalışmıyor, beni yukarı çekmiyor. O yüzden, işimdeyim/gücümdeyim. Bence benimle uğraşmaya değmez.

22 yıldır taşıdığım bu kafanın beni bi yere götürmediğinin fazlasıyla farkındayım. Dolayısıyla son birkaç gündür 'Umudumuz 2 Eylül' diye dolaşıyorum. Pek çoğu için doğum günü geri kalan hayatının veya açtığı temiz sayfanın ilk günüdür. Ama benim o günden tek beklentim bu lanetin, bu vazgeçişlerin, bu sevgisizliğin, bu hırçılığın son günü olması. Başlangıçlardan çok sonları kutlama adetimi ve gelecekle ilgili pek de ümitli olamayışımı bağışla sayın okur. Zira böyle bir çöpü dünyaya getiren 2 Eylül'den daha iyisini beklemek zor. İstisnalar yok mu? Var. Çocukluğumda sinemada izlediğim ilk film Matrix olduğu için etkisinde kaldığım ve çöplükten daha beter olan hayatını ustalıkla yoluna sokan 2 Eylül doğumlu biri var mesela. Keanu Reeves. Uzun yıllarımı ona aşık olarak geçirmiş biri olarak muhtemelen en vasat hayranıyım. Ama benim yükselenim akrep, onunki kesin başka bi şeydir şeklinde kendimi savunabilmeyi çok isterdim lakin astroloji de insanın dandikliğine bi yere kadar müdahale edebiliyor.

Tam  da bu noktada *Yazar burda doğum günü gözümüze sokup hediye istiyor* şeklinde düşünmeye başlamış olmalısın. OLMA. Çünkü henüz başlamadım. Onun için daha sonra gazetelere ilan verip ülkenin dört bir yanında helikopter dolaştıracağım.

Gerçeklere dönecek olursak hediye açarken bürünmek zorunda kaldığım fake ifadeden, kalabalıktan, dikkatlerin aynı anda üzerimde toplanmasından nefret ederim. Şimdiden kulağıma gelen gizli kapaklı hediye seçimi tartışmaları, çağırılacakların listesi, evde dolaşan parti malzemeleri yüzünden midem bulanmaya başladı. Üstelik o gün yanımda olmasını istediğim 3 insanın hiçbirinin burada olamayacak olması 2 eylülü hasret gününe çevirecek gibi duruyor. İyisi mi o gün beni kutlamak için klavyeye abanmak yerine benim yerime de mutlu olmayı seçin. Olamıyorsanız bile bi kerecik gülümseyin. Sebebi olduğum her gülümseme iyi ki doğmuşum be hissini verecektir. Müjk.

23 Ağustos 2017 Çarşamba

10

Sene 2007 gibi bir şey. Belki 1 eksik veya 1 fazla. Televizyonda dönemin dandik gruplarından 4Yüz'ün şarkısı çalıyor. Nakarata geliniyor.

-Aşk yok, teslim olmak yok. Bundan sonra yalnızım, özgürüm mutluyum.

Abimle göz göze geliyoruz. Sırıtarak 'Bak senin yeni şarkın' diyor. Çünkü bir gün önce babam ilk sevgilimle msn yazışmalarımızı yakalamış ve daha 14 yaşında olduğum için sevgilimin olamayacağını gayet sert bir dille belirtmiş.  

O dönemde sınıftaki en yakın arkadaşımın kuzeniydi Erdi. İlk sevgilim. Yaşadığım en masum, en manasız, en gizemli, en kısa ve en uzun ilişkiydi. Yüzünü hiç görmedim, sesini hiç duymadım.  Sevmedim. Muhtemelen de sevilmedim. Ama heyecan vardı, umut vardı. 

Onca yılda ne değişti? Yine yüzünü görmediğim, elini tutmadığım hayalet sevgililer. Bu kez seviyorum. Bu kez deli gibi bağlanıyorum. Ama şimdi de umudu kaybettik mesela. Artık kimi çok seversem ilk onun mezarını kazmaya başlıyorum. Biliyorum çünkü. İlk onu kaybedeceğim. 

Evet, babam haklıydı. İlişkiler için manasız bir ufaklık vardı yaşımda. Lakin ben büyümeyi asla beklemedim ve o dönemden sonra yanımdaki koltuk hiç boş kalmadı. "Aşk yok, teslim olmak yok" dizelerinden, Aşk yok olmaksa şimdiden yar ben yokum zaten'e hızlı geçiş yaptığımın farkında bile değildim.

Onca insan, onca his, onca hayal kırıklığı, onca mutluluk, onlar/ca ilişki, bizler/ce sığınak. İsmi ne olursa olsun iki ruhun birbirine dokunması işte. Bazen sadece peşi-sıra sürüklediği bedeni tatmin etmek için, bazen kalbindeki çatlakları onarabilmek için, bazen de o çatlakları asla onaramadığı için kapımı çalan ruhlar. Ahh, nasıl güzeldiniz ve neler öğrettiniz. Umarım hepiniz bi gün, bi yerlerde mutluluğun en gitmeyen haliyle ödüllendirilirsiniz. 


Ben ise babamın nasihatlarından tam 10 yıl sonra, aynı yerde, aynı laf dinlemezlikle bi nevii yerimde sayıyor ve Nirvanaya ulaşacağım günü sabırla beklemeye devam ediyorum. Bi de bugün çok sağlam bi önyargımı kırdı biri. Kırılmanın en güzel haline maruz kalan bir insan yazıyı nasıl bitirebilirse öyle bitireceğim. Yani hiçbir yere bağlamadan. Hiçbir nasihat vermeden ve edebi kaygı gütmeden.

Fiziksel olarak acının dibine vurmakta olduğum ve desteksiz ayağa bile kalkamadığım bu günlerde kim dost, kim düşman, kim gerçek, kim hayal öğrenmek için biraz vaktim oldu, daha da var. Belki öğrendiklerimi buraya yardırmak için bir sonraki yazıda ukala mod:on şekline tekrar bürünürüm. Müjk.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Kutsal Çarşamba

Voah. Bi çarşamba daha. Bugün bi'şeyler karalamak aklımın ucundan bile geçmiyordu aslında. Bi şarkı duydum. Sonra bikaç satıra rastladım. Sonuç olarak buradayım.

Şarkıyla başlayalım mı? Eğğ-veet!

Well you look like yourself,
But you're somebody else.
Only it ain't on the surface.
Well you talk like yourself,
No, I hear someone else though.
Now you're making me nervous.

Güzel ama ingiliççe diyenler için hemen çevireyim. Diyor ki: Dün başkasın bugün başka, sokayım böyle aşka. İnanmıyorsan gidip google'ın insan üstü çevirisine sorabilirsin. Ki -hey! Eğer benim okuyucumsan ben dahil kimsenin lafına araştırmadan atlamaman gerektiğini biliyorsun. Devam etmeden önce git çevir şu mereti. 

Şimdi sayın okuyucu, ben şarkı sözlerini bi nebze üzerime alındım. Çünkü burada alınması gereken biri varsa bunu senden daha çok hakettiğime eminim. Hala kıçını kaldırıp şarkıyı çevirmediysen, solistimiz özetle diyor ki HEM GÖRÜNDÜĞÜN GİBİ OLMUYORSUN, HEM OLDUĞUN GİBİ GÖRÜNMÜYORSUN SANA Bİ HALLER OLMUŞ, TIRSIYORUM ANUNA KODUĞUMUN SAYKOSU. Yani tabi o daha kibar bir dil kullanıyor. Sonucu değiştirir mi? Asla değiştirmez. 

Son yarım saattir olduğum gibi olmamı engelleyen ne var diye düşünüyorum. Bi kere ben ne olduğumu bilmiyorum. Kısıtlamalar olmadığında, ailemin bana sırt çevirme ihtimali ortadan kalktığında, yani sadece gerçek beni ortaya çıkartmam için uygun koşullar sağlandığında ortaya nasıl bir Saynur çıkar, Zeus biliyor. Pekala. Kendim olmamı engelleyen aile dışı etkenlere de bi bakalım çünkü suçu sadece başkalarına atmak korkak bi pezemenk olmamızı sağlar. Bu etkenlerin başında tembellik var. Erken kalkıp tertemiz havada yürüyüş yapmamı, güzel bi kahvaltı etmemi, kendimi gelistirecek kitaplar okumami, iç sesimi dinleyecek vakti kendime ayırmami, meditasyon ve spor yapmamı, dostlarima vakit ayirmami, hayati deneyimlememi engelleyen tembellik. Tembelliğin benim hayatımdaki sebebi yorgunluk, vazgeçiş. Buna müdahale edemem. Ama tembelliğimi besleyen ve beni bu lanet döngünün içine zincirleyen şeye müdahale edebilirim. Kendisi teknoloji bağımlılığı. Hani şu geçen blogta öve öve bitiremediğim. Hı-hım. Yazarımız değişkenlik konusunda adeta su ile yarışıyor. Ve laf aramızda, açık ara önde. 

Neyse işte, bu şarkı bana blog yazdırır dedikten sonra gözüme 2 gün önce aldığım ama başlamadığım bi kitap ilişti. Merthan Demir-Kurallar Kitabı. Nasıl bi' şey olduğunu anlamak için bir kez içini açtıktan sonra hayatı güzelleştirmeyi amaçlayan 300 kural ile karşılaştım. 

-Tamam! dedim. 
-Güzel. Şimdi bana ilham vereceksin. 

İçinde 6 veya 9 bulunan bir rakama denk gelmeyi umut ederek rastgele bir sayfa açtım. Açtığım sayfada 65 ve 66 vardı. 65'e bakmadım bile. Belki yine önemsemediğim o ufak maddeyle hayatı kaçırıyorumdur. Farketmez. 66.kuralı da hemen şuraya iliştiriyorum:

Konuşmak farklı şey, söylemek farklı... Duymak çok farklı bir şey, anlamak çok çok farklı... Herkesin seni anlamasını bekleme. (Tam burada HERKESİN MK BİZE Bİ ŞEY OLMASIN tepkisini verdim, pişman değilim) Eğer herkes seni anlarsa sen de herkes olursun. Kendini anlamaya bak en başta. Kendini, kendine anlatmaya bak. Hayattaki en büyük sır, insanın kendine anlattığıdır. O yüzden sakın unutma. Birine bir sır vermek istiyorsan, kendine ver. Bu senin için daha emniyetli olacak!

*Herkes gibi olmamak için anlaşılmamayi özellikle tercih edin, gizemli takılın* anafikrini edinen sazan arkadaşlarımıza burdan kokulu öpücükler yolluyorum. Dikkat çekmek için taktik uygulayanlar için değil bu satırlar. İçinde aykırı bir deniz olanlar için. Misal ben deniz deyince aklına soğuk sularına atladığın deniz geldiyse sen o doğuştan farklı kişilerden değilsin. Aykırı deniz diyorum, manzara fotoğrafları aklına geliyor. Ayıp be. 

Yazının farklardan dem vuran kısmını geçtikten sonra beni asıl cezbeden kısmına geliyoruz. Kendini, kendine anlatmaya bak. Şu hayatta kendimi tanımak için ayırmadığım o vaktin bin katını kendimi başkalarına anlatmak için harcadım, harcadık. Konu yine geldi mi 'Sen seni bil, sen seni. Sen seni bilmez isen patlatırlar enseni' ana fikrine? Geldi. Bu teknoloji bağımlılığı hala en büyük engel mi? Benim için öyle. O zaman napıyoruz. Bi adım atıyoruz. Bana yine yakın zamanda yol görünüyor. Feys'iydi, insta'sıydı, vatzzzaapp'ıydı, ne var ne yoksa tası tarağı kapatmanın zamanı geldi. Ama bu kez kaçar gibi değil. Bilmesi gerekenlere haber vererek. 

Gitmeden bi kıyak yapayım. Kurallar Kitabı ilginizi çektiyse isteyene istediği bir numarayı bulup yazacağım. Bu hafta da iyilik limitimi doldurduğuma göre gidebilirim. Müjk.

26 Temmuz 2017 Çarşamba

Do(y)um Günü

Selam. Ben a-Sosyal. Aynı zamanda Boş İşler bürosunda sanal ilişkiler uzmanı olarak görev yapmaktayım. Kısaltılmış hali olan SİU'nun okunuşunu biraz yumuşatarak CEO'luk ünvanına hızlı geçişler yaptığım oluyor. Mesela bugün size buraların en yetkili CEO'su olarak sesleneceğim. Zira buralarda işler sizin bildiğiniz gibi yürümüyor. Hatta bazen buralarda işler hiç yürümüyor. Lakin okurken kendinizden parçalar bulacağınıza eminim.

Sosyallik konusundan başlayalım. Kendimi bildim bileli kalabalıktan, gürültüden hoşlanmayan yapım kendini henüz çocukken göstermeye başladı. Sokaktan kendini alamayıp zorla eve sokulan abimin aksine, sek sek oynamaya çağıran kızları duymazdan gelir ve 'Bunun nesinden zevk alıyorlar ki, epey saçma' şeklinde ukalalık yapardım. Dolayısıyla pek arkadaşım yoktu. Zira ihtiyaç da hissetmiyordum. 

Okula başladığımda işler bi nebze renk değiştirse de sosyalleşme işini asgarî seviyede tutmaya devam ettim. Arkadaşlık konusunda her zaman tek eşli davrandım. Bu arada lise sona geldiğimde toplamda 5 okul, 7 sınıf değiştirmiş biri olarak insanlarla tanışma konusundaki utangaçlığımdan zerre eser kalmamıştı. Aksine girdiğim ortamdaki herkesle çabucak iletişim kurup, sokakta/otobüste rastladığım insanlara kolaylıkla 'Saçlarınız çok hoş' tarzı iltifatlar eder hale gelmiştim. 

Tabii lise başlamadan hemen önce hayatıma giren (mecaz değil, hayatıma cidden GİREN) bir role play oyunundan bahsetmeden geçemeyeceğim. Malum oyunumuzun oyuncu kitlesi ben daha 13 yaşındayken, yani hiç hazır olmadığım bir yaşta beni sanal cinsellikle, hayatın acı gerçekleriyle ve bir çok bakış açısıyla donattı. Liseye başlamamla birlikte kullanım dozajını arttırdığım arkadaş edinme programlarını da hesaba katarsak, her gün en az 15 insanla tanışıp sohbet eder hale gelmiştim. Lakin asosyal kişiliğimden asla ödün vermeden. Nasıl oluyor o? Anlatıcam. Biraz sabır. 

Görünürde asla susmayan telefonlarım, bildirimi eksik olmayan sosyal medya hesaplarım, biri bitip öbürü başlayan ilişkilerim vardı. Bir de işin (size) görünmeyen kısmı; Günlüklerim. Sayfalar hayal kırıklıkları, kalp gömçürükleri (bu kelimeyi kullanmayı aşırı seviyorum) ve acı-tatli farkındalıklarla doluydu. Yazılış sırasıyla okursanız lekesiz bir kalbin katranla doluşuna, saçlarıma kondurulan çiçek taçlarını kendimi korumak için dikenli tel örgülere çevirişime, duyguların ve kelimelerin kaşarlanışına şahit olabilirsiniz. Neyse ki defterlerin pek çoğu imha edildi. 

Pekii beni bunca pisletmesine rağmen neden sanallığa devam ettim ve etmekteyim. İlk olarak tembelim, 1 insanla buluşmak için harcadığım 3 saatte sınırsız kişiyle konuşurken gündelik işlerimi yapabiliyor olmak işime geliyor ve agorafobiye varacak düzeylere varan bir 'dışardayken kendini tedirgin hissetme' sorununa sahibim. Ayrıca sanal ortamlarda, özellikle de oynadığım online role-play oyununda buram buram yayılan ve beni kendine çeken bir yönelim var. İnsanlar orda ya olmak istedikleri kişiye ya da kendi özlerine dönüşüyorlar. Benim de içinde bulunduğum bir kesim, sanalda kendini daha huzurlu hissettiği için dışarıda takmak zorunda kaldıkları maskelerden soyunup gerçek kimliklerine dönüyorlar. Yalan, dolan, gereksiz kibarlık, vahşi savunma mekanizmaları ve diğer yapaylıkların şalterleri iniyor. Bazılarının içinden canavar çıkıyor, bazılarından ise bilge. Bu tür insanlar önyargılarımın camdan bir ayakkabı gibi tuzla buz olmasını sağlıyor. Dışardan görünen suretlerin özü korumak için giyilen kılıflardan ibaret olduklarını hatırlatıyor. Özüne dönmek yerine olmak istediği kişiye dönüşen diğer kesim ise çok daha renkli. İnsanların bastırdığı tutkuları, arzuları, ahlak kurallarından özgürleşme fırsatı bulduklarında ne kadar iyi veya ne kadar kötü uçlara savrulabileceklerini, gökkuşağının binbir rengini görmemi sağlıyorlar. İnsan psikolojisiyle yakından ilgilenen biri olarak tanıştığım her insan damağımda yeni bir tat bırakıp, zihnimde yeni bir ufuk açıyor. Lakin insanlarla olan ilişkilerim genelde bir kelebeğin ömründen daha uzun sürmüyor. Kalabalıklar içindeki yalnızlığa aşık olan ruhum yüzünden hiçbirini hayatıma sokmadan, eteklerimi savuşturarak aralarından geçip gitmeyi tercih ediyorum. Çünkü merhaba, ben a-sosyal. Anlıyor musun? 

Bilen bilir, kokulara karşı epey hassasımdır. Hoş bir koku alırsam hiç bilmediğim birinin arkasından sürüklenmek için yolumu değiştirebilirim. İşte bazen o kalabalıkların arasında eşsiz kokular keşfediyorum. Bu yaşıma kadar edindiğim en yakın dert ortaklarımı (dost demeyi sevmiyorum) baz alırsak ortaya şöyle bir istatistik ortaya çıkıyor. Benim uçar-kaçar ruhum bir tek Aslan burcuna sahip insanlara boyun eğip, en çok onların gölgesine sığınıyor. Aa onca paragrafı astrolojiye bağladı manyağa bak dediğinizi duymamak elde değil. Bu konuya gayet bilimsel bir cevabım var. Hemen vereyim. 'Ay Götüm. İnanmazsan inanma.' Tabii bu kadar bilimsellik hepimize fazla, konuya dönüyorum. Ben daha burçların b'sinden habersizken arkadaş olarak seçtiğim ve en çok vakit geçirdiğim 6 kişinin 5'inin aslan çıkması, doğum tarihlerinin insanlara benzer yatkınlıklar verdiği teorisini yeterince destekliyor. Sonuç olarak ben kendimi bildim bileli yolumu değiştiren hoş kokuların yüzde 95'ini  *23Temmuz-22Ağustos* arası doğan BraveHeart'lara borçluyum. İyi ki doğdunuz, iyi ki varsınız. 

Burçlar bahane, varlığınız şahane diyor ve aslan burcu olmayan tırtların da gönlünü alarak yazıyı sonlandırıyorum. A-ah durun be, ne vuruyorsunuz. Espri diye şeyettiydim. Yoksa ben de minnak bi Başak kadınıyım en nihayetinde. Neyse linç yemeden gideyim. 12 ayın her birinden ayrı ayrı filizlenen bütün güzel insanlara selam olsun. Hepinize nice mutlu senelere.

5 Temmuz 2017 Çarşamba

Gel Babana

İnsanlarla sosyalleşirken 'çok lazım değilse iletişime geçme' mottosuyla hareket eden ve hayatındaki insanlardan sıklıkla kaçan biri için oldukça zorlayıcı bir konuyu ele alacağım.

Aile. Sıcak, samimi, huzurlu, güven veren bir kelime olması beklenirken içine her türlü kaosu sokuşturup piç ettiğimiz kelimelerden sadece bi tanesi.  İşin kötüsü piç edilen tek şey kelime değil. Koca bir toplum, koca bir dünya. Bu konuda bir kalemşör olarak üzerime düşen şeyi yapacak ve kendi ebeveynlerime birkaç satır karalayacağım. Muhtemelen onlar bu satırları asla okuyamayacak. Ama sen okuyorsun. Satırları sahip olduğun veya olacağın evladından dinliyormuş gibi okuman ve hafızana kazıman dileğiyle.

Sevgili Ailem. 
Birkaç saat önce dünyaya gelen pembelere sarılı o minik şey sizin yavrunuz. Evladınızı bildiğiniz en iyi yöntemlerle yetiştirmeye çalışacağınıza eminim. Lakin kulak asmanız gereken birkaç önerim olacak. 

Her şeyden önce, eğer bir çocuğa sahip olmak istemiyorsanız aldırma kararınızdan bir iddia sonucu vazgeçmeyin. Dünyaya bir birey getirmek ciddi bir sorumluluktur. Eğer hazır değilseniz, evde huzurlu bir ortam yoksa, dakika başı kavga ediliyorsa o çocuğu dünyaya getirmeyin ki evlilikten, bağlanmaktan ve çocuk sahibi olmaktan it gibi korkmasın. Kavgalarınızı duymamak için odasına saklanıp kendini sesi köklenmiş kulaklıklara hapsetmesin.

Ona karşı sabırlı ve anlayışlı olun. Kırıp-dökecek. İlgi isteyecek. Etrafını anlamaya çalışacak. Korkacak. Ağlayacak. Ağladığında yapacağanız ilk şey susturmak değil, neden ağladığını anlamaya çalışmak olsun. Onun daha 1 aylıkken bile bir birey olduğunu ve karakterinin süratle şekillendiğini unutmayın.

İstediği hayatı yaşaması için ona destek olun. Eğitim hayatında karşılaşacağı aptal sınavların başarı ölçütü olmadığını, sadece kimin neyi daha iyi ezberleyebildiğini ölçen testlerle kendisini yargılamaması gerektiğini öğretin. Üniversite sınavlarına bi kez daha hazırlanmanın gereksiz olduğunu düşünüyorsanız bile 'Hmm kapasiten bu demek ki, sene kaybedeceğine bir üniversiteye kapağı at' şeklinde dile getirmeyin ki istemediği bir bölümde 6 sene çırpınmak yerine hayalleri için çabalasın. 

Ona hata yapma ve başarısız olma özgürlüğü verin. Cam fanusunda yapayalnız ve ürkek büyümesin. Düşsün, kanasın, ağlasın, kalbi kırılsın. Bilsin ki gerçek hayattaki problemlerin çoktan seçmeli şıklarının arasında birden fazla doğru ve yanlış var. Hava karardığında eve dönmek zorunda olmasın mesela. Hem belki bazı geceler yıldızları izlemek ister. O koca koca apartmanlarda, dört duvar arasında göremez ki gecenin aydınlık yüzünü. 

Aslında pek çok şey var dilimin ucunda. Ama daha şimdiden o kadar isteksiz dinliyorsunuz ki, söylediklerimin hiçbirini ciddiye almayacağınıza iddiaya girerim. Peki. O halde hepsini unutun ve sadece şunları aklınızda tutun. Ordaki ufaklığın biraz cesarete ihtiyacı var. Onu her haliyle sevip onaylamazsanız gerçek hislerini ve asıl karakterini size asla gösteremeyecek. İstediğiniz kişi olamamaktan ve sizi kaybetmekten o kadar çok korkacak ki duygularını, fikirlerini ve karakterini yerin 9 kat altına gömecek. Kendinden kaçtığı ve başkası gibi davranmak zorunda hissettiği her saniye, bu iki-yüzlülük zindanında ruhunun ve bedeninin her zerresinden nefret etmeye başlayacak. Sonuç? Kendini sevemeyecek. E haliyle diğer insanları da.

Belki de 22 yıl sonra alıcak eline kalemi kağıdı, "Siz bu çocuğu tam yapamamışsınız, olmamış" teması altında nasıl çocuk yetiştirmeniz gerektiğini anlatacak. Hatta bunu yaparken bile, sizinle yüzleşecek cesareti aşılayamadığınız için satırlarında asla birinci tekil şahsı kullanamayacak. Ben isterdim ki ile başlayan cümleler kurmak yerine kendinden 'o' diye bahsedecek. Umarım beni yanıltır ve o'na kendisi olabilmesi için bir fırsat verirsiniz. 

Sizi her şeye rağmen sevmeye devam edecek olan bi'tanecik kızınız. 
2 Eylül 1994.

14 Haziran 2017 Çarşamba

Guaj Boya

Dün şöyle bir videoya denk geldim. Bebeklerin iyi ile kötüyü ayırt edebilme yeteneği ve iyiyi seçme yatkınlığına doğuştan sahip olduğunu kanıtlayan bir deneyin ardından 'Madem öyle, dünyadaki kötülüğün sebebi nedir' diye soruluyor. Sonrasında yapılan deneylerde ortaya çıkan sonuç bence oldukça çarpıcı. Çünkü alabildiğine zararsız gözükse de milyonlarca ölüme sebebiyet verecek raddelere ulaşan bir davranış şeklini ortaya koyuyor: Kendine benzeyene yakınlık duyma.

Kulağa masum geldiğini biliyorum. Lakin bu eğilim beraberinde 'kendine benzemeyeni itici bulma, zarar verme' güdüsüne doğru katlanarak artıyor. Sosyal medya hesaplarında bile 10 kişiden en az 6'sının birilerine salladığını veya dalga geçtiğini görebilirsiniz. E sen eleştirinin allahını yapıyorsun düdük makarnası dediğinizi duyar gibiyim. Öncelikle, sensin düdük. Kendim de bu hatanın içinde debelendiğim için bu kadar rahat yerebiliyorum. Zararın neresinden dönülse kâr.

Hızlı yaşayıp çabuk yorulmanın verdiği doygunluk ve hissizlik halini bilirsiniz. İnsanı duygusuz bir makineye dönüştürür ve kötülüğe yatkınlığınız artar. O dönemlerimde (ki o mekanikliği hala tam olarak atlatmış sayılmam) tüm yetkiler oturduğu yerden eleştirenlerde olsaydı muhtemelen beni ahlak yasalarına aykırılık gerekçesiyle piyasadan geri çekerlerdi.

Velhasıl kelam farklı olanı eleştirmek yersiz. Hayatınızı gökkuşağına döndürme yolunda bütün renklere ihtiyacınız olacak. Siyaha bile. Yıldızları seyretmek için gecenin çökmesini bekleyenler bilir ki siyah en umutlu renktir.Yeter ki doğru yerden bakmayı bilin. Tüm renkleri sevin, sahiplenin, öpün, yalayın. Uu beybi. Güzel bi hareketlenme oldu bende. Gidiyorum. Müjk. 


19 Nisan 2017 Çarşamba

Bana Masal Anlatma

Dün yine kabuslarla uyandığım bir gece geçirdim. Rüyamda sesinin ve tipinin hastası olduğum Avi Kaplan kılıklı bi oğlan intihar ediyordu. Haliyle intiharla başlayıp cinayetlerle ve insan deneyleriyle devam eden kabustan Zeus çarpmış gibi titreyerek uyandım.Tuvalete bile korka korka gittiğim, "Üç buçuk nedir, nasıl atılır" isimli çalışmamı sergilediğim o dakikalarda aklıma yersiz bir fikir geldi.

Oynadığım online bir oyundan tanıştığım ve psikopatlığın kıyılarında dolaşan bir hatun kişiye kitap hediye etmek istiyordum. Bu tür hediyelerin asla sonuna kadar okunmadığının da farkındaydım. Kabuslar-Uykusuzluk-Karanlık üçlemesinin salgılattığı adrenalinden olsa gerek beynime oksijen gitmeye başladı. Ve "Ona kitabı neden ben okumuyorum ki" sorusu belirdi.

Uyuma zorluğu çektiği için 'Bir ses, bir nefes' ihtiyacı duyan, görme engeli olan, masal dinlemeyi seven veya yalnızca "Keşke yattığım yerden kitap bitirebilsem" diyen kişilerden oluşan bir okuma grubuna sahibim. Düzenli olarak 15-30dk arası kayıtlar oluşturup her gün kendilerine ulaştırıyorum. Bu işi yapmaya başlamama sebep olan insana selam olsun. Muhtemelen haberi yok ama onun sayesinde pek çok insan için oldukça keyifli bir aktiviteye aracı olmaktayım.

Lakin az önce bahsettiğim efsane şirinlikteki kadına okuduğum kitap o kadar keyifli ve faydalı ki yararlanan kişi sayısının "1" olması beni az bi'şey dürttü. Dolayısıyla bir okuma grubu daha oluşturmaya karar verdim. Kayıtlarımdan birini şuraya demo olarak bırakıyorum. Eklediğim kayıt bahsettiğim kitaptan alınmadı. Sadece elimdeki en kısa ses dosyası bu olduğu için seçmiş bulunmaktayım. Dinleyici olarak katılmak isteyen varsa dejavu.xf@gmail.com adresinden mail yoluyla ulaşabilir.

12 Nisan 2017 Çarşamba

Aa, Selaam

Nietzsche Tanrı'nın helvasını kavurduğundan beri ilk kez bu denli görkemli bir yaratıcıyla karşılaşıyorum. Her daim ensemde hissettiğim nefesiyle hem huzura, hem hüzne boğuyor. Beni bazen geçmişin tuzaklarına, bazen de geleceğin buğulu hapishanelerine kilitliyor. Kısacası ben şimdi'de yaşamayı öğrenene kadar azap ve hasret ateşimi körükleyerek karşıma bi sandalye çekiyor. Dirseklerini dizilerine dayayıp sinsi bi gülümseme eşliğinde 'Naber' diyor.

İşte tam o an gözlerimi sımsıkı kapatıyor ve gidene dek asla açmıyorum. Daha doğrusu açmıyordum. Taa ki bi sandelye de ben çekene kadar. Daha ilk yüzleşmede kan dondurucu bi gerçekle baş başa kaldım. Meğer başıma gelen her şeyin sebebi olan o eşsiz yaratıcı/cezalandırıcı psikomanyak benmişim.

"Eşsiz olmasından anlamalıydım zaten" diye mırıldandıktan sonra o pek şirin ukalalığımı 6 dakikalığına bir kenara bıraktım. Üzerine düşünmem gerekenler için yetti de arttı bile. Sizinle sadece ufak bir kısmını paylaşacağım ki içinde bulunduğunuz durumlar için başkalarıni suçlamayı bırakın.

Çokça duyduğum bir cümle olduğu için 'Neden bütün dandik insanları kendime çekiyorum, bu da mı benim hatam' sorusunu cevaplayarak başlayacağım. Evet canım senin hatan.

Şöyle anlatayım. Anne/babası otoriter, hatta şiddet yanlısı kadınlar bu durumdan deli gibi sakındıkları halde genelde evlendikleri adamdan da şiddet görürler. Neden? Çünkü bilinçaltlarında "Anne ve babam beni en çok seven insanlar. Hata yaptığımda bana kötü davraniyorlar. Demek ki kötü davranan insanlar iyiliğimi düşünen ve beni en çok sevenlerdir" şeklinde bir kalıp yargı oluşuyor. Pek çoğu böyle bir fikre sahip olduklarından bile habersiz bir şekilde kötü davranma eğilimi yüksek insanlara karşı anlamlandıramadıkları bir çekim duyuyor, kendilerine zarif davrananları pısırık veya umursamaz buluyorlar. Çünkü onlar sahiplenme ve sevgi duygusunu 'öfke ve şiddette' buluyorlar ve bu dengesiz ruh haline 'tutku' diyerek yaşadıkları yanlış ilişkiyi yüceltiyorlar.

Benzer şekilde sizi de yöneten pek çok bilinçaltı yargı yüzünden olmasını istediğiniz hayata ait biri gibi yaşamıyor ve o hayata ait insanları kendinize çekemiyorsunuz. Sonra da etrafta 'Yahu ben bunları hiç haketmiyorum, en büyük talihsizliğim bu koca yüreğim ve iyi niyetli oluşum' diye geziniyorsunuz. Kuzum siz Teletabi misiniz?

Neyse. Gerildim yine. Şimdilik burada kesiyorum. Haftanın 8 günü ve günün 25 saati boyunca Teletabi hayatı yaşayanlara günaydınlar. Zeus şahaneliğinize zeval vermesin lakin ben epey bunaldım.

Diyorum ki daha tenha bi' yere mi gitsem? Mesela Grönland'a.

5 Nisan 2017 Çarşamba

51. Ton

Nerde kalmıştık? Ah evet, Mr Gray.

Bi' önceki blogumu okumayan lanet olasıcalar için ufak bi özet geçelim. Dünya üzerindeki en mükemmel yüz ve vücut hatlarından birine sahip olduğunuzu, bir gün size tutkuyla bağlanan bir ressamın kendi ruhunu katarak portrenizi çizdiğini, birazcık da arkadaş gazıyla dünyevi zevklere düştüğünüzü, bu sırada pis zevkleriniz yüzünden kirlenen ruhunuzun yüzünüze değil de portrenize yansıdığını hayal edin. Tebrikler, Dorian Gray oldunuz.

Önceki blogumda hikayeyi yarım bırakıp devamı haftaya diyerek edebiyat sevdalısı dostlarımı ziyadesiyle beklettiğimin farkındayım. Şimdi size ağdalı ağdalı, bol sanatlı, satırlarından zevk akan, kelime oyunlarıyla döşenmiş bir üslupla romanın devamını anlatmak isterdim. Lakin ne gerek var.

Romanın sonunda Dorian intihar ediyor dostlar. Finish. Bu kadar. Uzatılacak hiçbir yanı yok. İlla ki aranızdan 'Yııaa niye spoylır verdin kiee' diyen Lord of the Kezban arkadaşlarımız çıkacaktır. Edebiyat anlayışı olan kişilerin bu tür şeylere takıldığına inanmıyorum. Asıl dikkatinizi cezbeden şey kelimelerin seçilişi, betimlemelerin güzelliği, hikayenin akışı değilse, sonunu öğrendiğinizde kitabın anlamı kalmıyor veya okunması sıkıcı hale geliyorsa aradığınız şey sanat değil, heyecandır. Adrenalin deponuzu doldurmak için seve seve sizi uçurumdan atabilirim.

Peki neden durduk yere romanı anlattım. Esasen olayı bağlayacağım noktanın hikayemizle pek alakası yok. 2 koca blogtur yardırmakta olduğum romanı vardıracağım ana fikir şu. Bence dünya üzerindeki en kirli renk Gray'dir. Sanılanın aksine siyah; yaşayacağını yaşamış, kirlenmeye doymuş, tatmin duygusunun verdiği sakinlikle uslanmiş bir renktir. Beyaz ise her seyden habersiz ve saf, garibim. Bir gün beyaz, siyaha hayran olur. Ona benzemeye başladığı o ilk an adı Gri'ye döner ve karanlığın kapıları sonsuza uzanarak açılır. Sonrası mı? Kim bilir.

29 Mart 2017 Çarşamba

Dorian'ın 50 tonu




Eseri baştan sona okuyanlar bahsi geçen 'o' kişisinin kim olduğunu anladı bile. Bilmeyenlere bu göz alıcı yakışıklıyı takdim etmek benim için zevk olacak. Karşısınızda Dorian Gray.

Kitaptan alıntıladığım satırlar belki de bu genç adamın masumiyetinin son bulacağı, güzelliğinin aldatıcı bir maskeye dönüşeceği o ilk güne ait. İzin verin sizi Dorian'ın dünyasına sokayım.

Sanatın doruklarında gezerek şiddetli bir ün ve popüleriteye sahip olan, buna rağmen erdemlerinden ve doğru bildiğinden asla ödün vermeyen ressamımız Basil Hallward bir gün eşsiz güzellikteki Dorian ile tanışıp portresini yapma fırsatı bulur. Dorian'ı keşfeden, hatta macerasına şekil veren ilk ve en önemli kişi olacağından zerrece haberi yoktur. Elleriyle ve ruhuyla yaptığı portreyi seyredalmış iken Lord Henry'nin sesi ile irkilir.

"En iyi eserin bu Basil, yaptığın en üstün şey"

Lord Henry tüm ahlak kurallarını alt üst eden felsefi bakış açısı, cümleleri son derece kıvrak ve etkileyici biçimde sıralayışı, ikna kabiliyeti ve zevke düşkünlüğü ile tanınan bir adamdır ve girdiği ortamlarda kolaylıkla dikkatleri üzerine çeker. O kadar tatlıdır ki size zehrini akıttığı, eleştirdiği ve zihninizi karıştırdığı halde ona kızamazsıniz. Üstelik Ressam Basil'in de en yakın arkadaşıdır.

Basil'in Dorian'a duyduğu hayranlık ve arzu bu genç adamı vazgeçilmez kılar. Onu hem sanatının, hem hayatının odak noktası yapmakta kararlıdır. Fakat Henry de Dorian'la tanışmayı gözüne kestirmiştir. Çok geçmeden Dorian gelir. Basill o güne kadar yapacağı en üstün eserini icra etmek üzere Dorian'ın karşısına oturur ve renkler tuvalde dans etmeye başlar. Bu sırada ilk kez karşılaşan Dorian ve Henry koyu bir sohbete başlar. Bu kısacık sohbet bile Dorian'ın aklına dünyevi zevklerin göz alıcılığını, gençliğin ve güzelliğin ihtişamını sokmaya yetecektir.

Üçü de günün sonunda kendilerini bitmiş olan tablonun başında bulurlar. Basil'in Dorian'a duyduğu tutku ile birleşen yeteneği göz alıcı bir esere sebep olmuştur. Öyle ki Dorian'ın ağzından hayatını değişterecek o lanetli cümle dökülüverir. "Sonsuza dek genç kalan ben, ihtiyarlayansa şu resim olsaydı! Ruhumu bile satardım bu uğurda!"

Tabloyu evinin en güzel köşesine asan Dorian, farkında olmadan kendini Henry'nin açtığı karadeliğin içinde bulur. Dünya üzerindeki en çirkin, en adi, en kötü zevkleri mesken edinir. Bu sırada bebeksi yüzü asla değişmemekte lakin tablodaki yansıması yüzüne bakılamayacak bir hilkat garibesine dönüşmektedir.

Devamı haftaya.

10 Mart 2017 Cuma

Geri Dönüş'üm

#Haftanın Melodisi
There's something wrong with me chemically,
Something wrong with me inherently.
The wrong mix in the wrong genes.

#İstirham Köşesi
LÜTFEN 'Ben adamına göre davranırım' ya da "Nasıl biri olduğum karşımdakine bağlı" şeklinde dandik dandik konuşmayın ve cümlenin sonuna iticiliğinizi tescileyen bir göz kırpma smaylisi yerleştirmeyin. Hatırlatmak isterim ki kişi kendini başkalarının üzerinden tanır. Size iyi davranana iyi olmak kolaydır, marifet kavga anında bile kibarlığını koruyup yeri geldiğinde uzaklaşabilmekte.

#Biraz Da Gülelim










#Alıntı Kuşağı
Kötü biri olmak bir yana, herhangi bir şey olmayı da beceremedim. Ne kötü ne iyi, ne alçak ne namuslu, ne kahraman ne de haşerenin biriyim. Şimdi bir yandan köşemde pinekliyor, bir yandan da acı, faydasız bir teselliyle avunuyorum: Zeki insanlar asla bir baltaya sap olamaz, olanlar yalnız aptallardır. ~Dostoyevski.

#Kıssadan Hisse
Ormanın birinde sürekli yüceliğiyle övünen heybetli bir ağaç varmış. Etrafında nazlı nazlı salınan buğdaylara sürekli büyüklük taslar ve ne kadar dayanıklı olduğunu anlatarak hava atarmış. Bir gün devasa bir fırtına çıkmış. Ağaç rüzgarın şiddetine daha fazla dayanamamış ve ortadan ikiye yarılıvermiş. Buğdaylar ise direnmek yerine boyun eğip kendilerini rüzgarın akış yönüne doğru esneterek zarar görmeden atlatmayı başarmışlar. Fırtına dindikten sonra buğdayların hala yaşadığını gören ağaç büyük bir şaşkınlıkla 'Nasıl oldu da cılızlığınıza rağmen hayatta kalabildiniz' diye sormuş. Buğdaylardan biri irkilerek ağaca dönmüş ve demiş ki: AY HOŞT ULAN UKALA PEZEVENK SEN ÖLMEMİŞ MİYDİN.

11 Ocak 2017 Çarşamba

1 Saat, 33 Dakika

Geçen gün 'Kızıl saça düşen bembeyaz kar taneleri çok hoş bir manzara olmalı, bence dışarı çıkmalısın' diyen bir arkadaşın önerisine uydum ve uzun zaman sonra ilk kez işim olmamasına rağmen kendimi evden dışarı attım. Sürekli bi yerlere yetişmeye ve soğuktan kaçmaya çalışan insanların aksine olabildiğince yavaş adımlarla yürürken aklıma bi kaç soru düştü.

Kar tanelerinin ve bulutların hikayelerini merak ettim. Fen dersinde bize anlatılanlardan fazlasına ihtiyacım vardı. Uzaya olan merakıma rağmen bugüne kadar dünyanın oluşumu ile ilgili hiçbir şey araştırmadığımı farkettim -ki bu benim için bile fazlasıyla üzücü bir farkındalıktı. Yıldızların nasıl oluştuğunu ezbere anlatabilirdim lakin dünya üzerindeki suların nereden geldiği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Eve gelir gelmez muhtemelen pek çoğunuzun bildiği bir belgesel izledim. Dünyadaki su varlığının sebebinin göktaşları olduğunu öğrenmek dışında bana pek çok şey kattı.

Şimdii, gelelim esas konuya. Bugün yazacaklarımın tamamına yakını bu bilgileri biliyor olmayı gerektirdiği için bu haftaki yazıyı burda bitiyorum. Şu linke tıklayıp belgeseli izlemeden bi sonraki haftanın blogunu okumanız yasak. İzlemek için kocca bir haftanız var. Beni pek sevmiyorsanız kendinize bi şeyler katmak için, seviyorsanız da beraber izliyormuşuz gibi hissetmek için bi' bakmanızı öneririm. (Beraber izlediğimizi hayal eden olursa izlerken arada bi başını sola çevirip gülümsesin. Ben hissederim. Manyağım çünki.) Müjk.

4 Ocak 2017 Çarşamba

Zaman hancı, Bulut yolcu

Sizden umudu o kadar kestim ki, kalbimin insanlara ayrılan kısmındaki devasa boşlukta boğulmanız umrumda bile olmaz. Lakin bugün benden beklenmeyen bir iyilik yapacağım ve sizinle cebimdeki en etkili antidepresanın reçetesini paylaşacağım.

Bildiğiniz üzere 2017'nin ilk günü 'yine' bir toplu ölüm haberine uyandık. Geçen seferki kadar olmasa bile yine eğlence sektörüne bir miktar ket vuruldu. Aslında oldukça alışık olduğumuz bir tablo. Olayları çözmek yerine yas tutmayı tercih eden o 'çok duyarlı' insanlarımız sağ olsunlar, her felakette kanallar yarışma programlarını ve dizilerini haftaya erteleyip yerine milyon kez izlediğimiz filmleri koyarlar. Konserler iptal edilir. Eğlenceli paylaşımlar yapan sosyal medya gruplarındaki karikatürler yerini kin kusan beddualara bırakır. Ola ki eğlenceli bi paylaşım yapılırsa gönderinin altına mutlaka 'İNSANLARIMIZ ÖLÜYOR SENİN UĞRAŞTIĞIN İŞE BAK SOYSUZ KÖPEK' gibi ülke kurtaran yorumlar yapılır.

Şimdiii, gelin görün ki bunlar benim pek alışık olduğum tavırlar değil. Histerik yapımı göz önünde bulundurursak esasen dram içeren olaylarla karşılaştığımda sizden 6 kat fazla etkileniyorum. Bu hastalıklı ruh haline rağmen yaşıyor olmamın tek sebebi ise olaylarla nasıl başa çıkacağımı öğreten adam, babam. 

4 yaşında oyuncağım kırıldığında da, 22 yaşında kalbim kırıldığında da gözyaşlarımı saklamak için koşa koşa gittiğim odada beni asla yalnız bırakmayan, ben 'Yalnız kalmak istiyorum' diye bağrınırken "Hayatta olmaz, sen şimdi o sümükleri her yere akıtıp evi kirletirsin" diyen ve peçeteyi burnumla yastığın arasına sokan, sonuç olarak beni güldürene kadar yanıbaşımdan ayrılmayan bir babam var. Ve sizin o adamdan öğrenmeniz gerek bir şey var.

Şöyle ki; Komedi ruhun tek İLACIDIR. (Konumuzla doğrudan alakası yok ama sevgi de ruhun tek besinidir. Ve ilaçlar aç karnına alınmaz) Özellikle de toplumsal bunalımlarda o kas kafalı insanların içinde bulundukları kör kuyudan çıkabilmeleri için en etkili yoldur. Pekii, toparlanmanın başka yolu yok mu? Var tabii. Kin. Lakin öfke ve nefretle beslenerek ayağa kalkan insanların yaratacağı yıkımdan daha önce bahsetmiştim. Dolayısıyla benim vizyonu geniş takipçilerim neden 'Kininizi diri tutun' gibi zehirli cümlelerle beslenmemeleri gerektigini biliyorlar. Bilmeyenlerin bu yazı bittikten sonra şuraya uğramalarını öneririm.

Konumuza dönecek olursak, eğer bi' şeyleri düzeltmek istiyorsanız yas tutma süreçlerini bir an önce atlatmanız gerekiyor dostlar. Bırakın da ölenlerin yasını onlarla anıları olan ve özlemini yıllar sonra bile hissedeceğini bilen yakınları tutsun. Sizin tek göreviniz kendi psikolojinizi ve modunuzu korumak. Kulağa çok bencilce gelebilir lakin yıkık dökük halde ağlayıp sızlanırken zaten çevrenizdekilere de bi yardımınız dokunmaycaktır. Yas tutmak için kabuğuna çekilip etrafa somurtan insan mı daha bencildir yoksa ayağa kalkıp insanların yüzünü güldürmeye devam eden mi, karar sizin. Bana kalırsa hemen şimdi kendinize acımayı bırakın. Yapamıyorsanız, en azından insanların acıyla başa çıkma yollarını tıkamayın. Bırakın iyileşsinler. İçlerindeki öfkeyi yatıştırsınlar ki o öfke bir masumun daha canını yakmasın.  

Son olarak, 

Yazarlığıyla Yılmaz Erdoğan'ın
Oyunculuğuyla Demet Akbağ'ın
Taklitleriyle Ata Demirel'in
Zekasıyla Cem Yılmaz'ın
Güzelliğiyle Nevra Serezli'nin
Mizacıyla Zeki Alasya'nın
Mimikleriyle Metin Akpınar'ın
Cesaretiyle Levent Kırca'nın
Yeteneğiyle Ayşen Gruda'nın
Saflığıyla Nejat Uygur'un
Samimiyetiyle Adile Naşit'in
Doğallığıyla Kemal Sunal'ın
Ve ismini yazamadığım pek çok ustanın bize bıraktıkları en değerli miras olan komediyi asla küçük görmeyin. Benim kadar tapmanızı bekleyemem. Lakin en azından isimlerini okurken bile içinizi ısıtan bu güzel insanların hatrına gülün, güldürün. Hatta mümkünse kendi cenazesinde bile hatıralarıyla yüzleri güldüren bi adam olun. Çünkü, sevdiklerinizin buna ihtiyacı var.

28 Aralık 2016 Çarşamba

Tanışalım mı?

Bundan 11 sene önce yeni-yeni yazmayı öğrenirken biri gelip 'Kalemin senin en büyük dostun ve an azılı düşmanın olacak' dese, muhtemelen boş gözlerle karşımdakini 1-2 dakika süzdükten sonra tahtadan bakarak defterime geçirdiğim harflerimle ilgilenmeye devam ederdim. Şimdiki aklımla geçmişe gidip çocukluğuma nutuk çekemeyeceğimin farkındayım lakin ona ulaşmanın bir yolu daha var. Mektup yazmak. O halde ne duruyoruz? Beraber başlayalım.

Merhaba ufaklık.
Öncelikle, gözlerini kısarak tahtayı daha iyi göremezsin. Çünkü gözlerin oldukça bozuk. Eğer hemen şimdi çaresizliğinden utanmayı bırakıp sıkıntını ailene haber vermezsen tahtayı göremediğini öğretmeninin farketmesi için 3. sınıfa kadar beklemek zorunda kalacaksın. Yine de haber vermicem diyorsan dünyaya gözlüksüz veya lenssiz bakabileceğin son senelerin tadını çıkart. Çünkü bundan birkaç sene sonra aydınlık ve karanlık dışında pek çok şeyi birbirinden ayıramayacağın kadar bozulacak gözlere sahip olacaksın.

Sahip olduğun bahtsızlıklardan bir diğeri ve hatta en beteri 'Kelimeler'le arandaki ilişki. Onlar senin hem zehrin, hem panzehrin olacak. Biri gelip kötü alışkanlıklarını sorduğunda 'Yazmak' diyeceksin. Çünkü yazmak senin için *kullandıkça bağımlı hale geldiğin, bıraktığında nöbetlere girdiğin ve nöbetin geçmesi için krize sebep olan şeyin ta kendisine muhtaç kaldığın* bir uyuşturucu. O, seni hasta eden ve hastalığına şifa olan tek şey.

Pekii, insanların yüzyıllardır işini kolaylaştıran kelimeler neden sana böylesine düşman oldular biliyor musun? Çünkü büyüdün. Boyunu aşan duygularla başetmeye çalışırken kelimelere sığındın. Başlarda iyi geliyordu. Sonra farkettin ki yazdığın şeyler hep bi eksik. O yaşlarda okumayı deli gibi seven biri olarak sorun kelime dağarcığının eksikliğinde olamazdı. Bildiğin tüm sözcükleri kombinasyonlayıp binbir şekilde sıralamayı denedin ama o kadar yetersizlerdi ki asla duygularını lâyıkıyla karşılayamadılar. Çaresizlikten duygularını köreltmeyi bile denedin. Ama ne kadar basitleşirsen basitleş kurduğun cümlelerin sığlığıyla barışamadın.

Üstelik kifayetsiz oldukları yetmezmiş gibi kir-pas içindeydiler. Kullanılmış, kirletilmiş, yerli yersiz harcanarak basitleştirilmiş ve ruhuna ışık tutan o cılız alevleri iyice sönmüştü. Kimine göre kullanılmışlık kelimeleri daha değerli kılsa da sen aynı cümlelerle başka-başka insanları sevemiyordun. Kelimeler aynı telaşı vermiyordu ve sen onları ilk seferki heyecanla dizemiyordun. Zaten başkalarına tutkuyla kurduğun cümleleri evirip çevirip, belki biraz daha süsleyip hayatına giren yeni insanlara sunmak iki yüzlülüğün daniskası sayılmaktaydı. Bu yüzden değer verdiğin insanlara onları nasıl sevdiğini anlatmaktan kaçınır oldun. Güzel olan hiçbir duyguyu kelimelerle kirletmek istemediğinden kaleminden çıkan şeyler melankoliden ve eleştiriden ibaret hale geldi. Yazmaktan ve hatta düşünmekten kaçındığın o güzel duygulardan gün-be-gün uzaklaştın. Dolayısıyla bi gün kendini kaleminden akan katrana bulanmış hale buldun. Kirlenmesin diye dokunamadığın o güzel duygular, yıllarca kullanmaya kıyamadığın için tozlanıp eskiyen ve iş görmez hale gelen eşyalar gibi yitip gitti.

Bu sırada güzel şeyler hiç mi olmadı? Oldu tabii. Duygularını kelimeler olmadan anlatmayı öğrendin. Mesela gözlerinle. Zaten mektubun başında verdiğim ilk öğütün gözlerinle ilgili olmasından onlara vereceğin değeri anlamış olman lazım. Ama değer verdiğin her şey gibi onları da hor kullandın.

Yarım yamalak görebildiğin dünyaya duygularını anlatmak için yedek bir plana ihtiyacın vardı. Dokunmak. Amma ve lakin bildiğim kadarıyla bu konuda hâlâ çok acemisin. Dokunmayı da gözlerini karanlığına, sözcüklerini sessizliğine gömdükçe öğreneceksin.

Öğreneceğin önemli bi şey daha var. Kendinden asla kaçamayacaksın. Çünkü herkes bir gün gidecek ve yıllar sonra bile kendini burda, bu satırları tekrarlarken bulacaksın.

'Kendimde dolaşıp duruyorum. 'Kendimde' duruyorum. Bazen uçurumun en dibinden atladığım yeri izlemek yetebiliyor.

Duyguları anla(t)maya calışmanın saçmalığı. Kalbimde küf tutmuş düğümler. Saçlarımdaki örümcek ağları. Anlamsızlık denizinde boğulmak. Ve belki bunları çözmeye yetecek kadar kadın olamamak.

Çok şey istedim ben hep, çok.

Düşlersen
Düşersin.
Düşersen
Kanarsın.
Kan-arsın.'

He, bir de. Son olarak şuna bi bakmanı öneririm. Malum, ben anlatmayı beceremesem de güzel şeyler duymaya ihtiyacın var. Öpüldün.

21 Aralık 2016 Çarşamba

2'den Az, 1'den Fazla.

Kendine sahip olmaktan mutlu olduğunu düşünmüştü bunca zaman. Bunu düşünmesine sebep olan pek çok şey vardı. Bazen kendini severken buluyordu. Saçlarıyla çok sık oynamasının, kendine sarılıp omuzlarını öpüşünün, uyurken kendi ellerini tutmasının etkisi büyüktü. Ama artık yanılgıdan ibaret olduğunu biliyordu. Kendini sevemeyen biri kendi sahipliğini sevebilir miydi?

Sahipliğinden kurtulmak için birilerine ait olmak istemişti. Bunu bazen itiraf edebiliyordu kendine. Kadındı ve çoğu kadın yalnızca 'bir adam'a ait olmak isterdi. Kendine dair her şeyi bırakıp o kişinin anına dahil olmak. O kişiyle nefes almak. O kişinin hayatına sığınmak. Olmadığını ve olamayacağını biliyordu. Ruhu bedeninden ayrılıyordu ve tutamıyordu soğuk elleri.

14 Aralık 2016 Çarşamba

Nerde kalmıştık?

Etraf yine ölüm kokuyor. Bu hafta en çok da tutmayı beceremediğiniz yaslarınız için yazmam gerekecek. Çünkü yas tutmak için kimin öldüğünü bilmeniz gerekiyor sanıyorsunuz.

Basit bir denklem kuracağım. Bir yerlerde bombalar patlıyor ve insanlar ölüyor. Bu konuda hemfikiriz değil mi? Güzel. Peki bu ve benzeri yıkımlara sebep olan duygu nedir sizce.  Merhamet? Ncık. Kardeşlik? I-ıh. Sevgi? Hiç sanmıyorum. Öfke? Nefret? Kin? Hmm. Sanırım ölüm üçlüsünü bulduk.

Olayların kökenine indiğimize göre bir sonraki aşama yıkım sonrası oluşan duyguları saptamak. Zor değil, hemen şimdi herhangi bir sosyal medya hesabınızdan olayla ilgili bir fotoğrafa girerek altındaki yorumları incelemeye başlayabilirsiniz. Ne var? Nefret, öfke ve kin.

Tamam. Güzel gidiyoruz. IQ'nüz 3 haneli rakamlara erişmiyor olsa bile rahatlıkla çıkartabileceğiniz bir sonuca ulaştık. İnternetini yeni açanlar için özetleyeyim.

Öfke/kin/nefret üçlüsü bulaştığı her yere yıkım getirir. Sonra bu üçlü, yıkımın enkazından güç alır ve küllerinden doğarak daha fazla öfke olarak karşımıza çıkar. Peki daha fazla öfke neye sebep olur? Daha fazla yıkıma. Kutlarım. Denklem konusunda harika bir iş çıkardınız. Değerli takipçilerim, işlem yeteneğiniz ve sözel zekanız gözlerimi dolduruyor!

Şimdi gelelim 'Nereye varmaya çalışıyor bu koduğumun yazarı' kısmına. Polislerin yaralandığı patlama olayı için 'Ölenler polismiş ya oh olsun' tarzında çirkin bir yoruma rastladım. Sen haklı veya haksız, iyi veya kötü farketmeksizin herhangi birinin ölümünden keyif alıyorsan nefretin ilk halkasını boynuna geçirirsin. Muhtemelen gezi olaylarında veya Ankara katliamında polislerin tutunduğu tavır yüzünden nefrete kapılan çocuk, bugün ölen polislere aynı tavırla ve nefretle yaklaşıyor. Peki burda bitiyor mu? Ödeştiler ve konu kapandı mı diyorsunuz? Hayır. Bu sabah o çocuğun adresinin, okulunun ve numarasının ifşa edilmiş olduğunu gördüm. Evinde bulunamamış ama bulsalar parçalayacaklar. Noldu nefret? Tam gaz devam.

Kabullenmeniz gereken çok önemli bir husus var. Herkes kendi doğrularıyla yaşıyor. Şöyle anlatayım. Gezegenin herhangi bir yerinde masumluk abidesi bir bebek dünyaya gözlerini açıyor. Her şeyden habersiz. Dünya onun oyun parkı. Sonra evde ailesi, okulda öğretmenleri çocuğa bir dünya haritası gösteriyorlar. Kara parçalarını bölük pörçük, irili ufaklı ayıran çizgilerle ilk kez karşılaşan çocuk pencereden kafasını çıkarttığında haritadaki o insan yapımı sınırları göremiyor. Ama varlıklarını ezberlemek zorunda, el mahkum. Sonra amcaları gelip ona 'Bak yavrum, bu sınırların içinde yaşamak çok büyük bir gurur ve ayrıcalıktır. Bu yüzden kanın pahasına koruyacaksın!' diyor. Bu cümleleri kuran kişi İngilizce konuşuyorsa Amerika'yı, Türkçe konuşuyorsa Türkiye'yi, kısacası kendi vatanını gösteriyor. Bazıları ise konuştuğu dilin karşılığını haritada bulamıyor ama onun yerine parmağını yaşadığı yerin üzerine koyup "Bak yavrum, buralar da bizim olacak!" diyor.

O günden sonra kendi ülkesini insan öldürmek pahasına koruyacak veya bir ülkesi olsun diye misafir olduğu ülke insanlarına kıyacak gözü kara gençler yetişiyor. Bu şekilde yetiştirilen ülke insanları diğer ülkelerle ve içlerindeki azınlıklarla bitmeyecek bir güç ve strateji savaşına giriyorlar. İçlerinden çok azı başını haritadan kaldırıp dünyaya bakıyor ve 'Hey! Kandırıldık! Dünyanın üzerinde öyle sınırlar yok. Hepimiz kardeşiz' diyebiliyor. Ama bir taraf tutmadıkları, vatanlarını yeterince ateşli savunmadıkları, soyut kavramlar için insan öldürmedikleri, siyasetle ilgilenmedikleri ve herhangi bir partiye oy vermedikleri için asla ciddiye alınmıyorlar. Halbuki insanlığın bi şeyi görmeye ihtiyacı var. Savaşlar bu insanların uzak durdukları şeyleri yapan insanlar ve ihtiras sahibi politikacılar yüzünden çıkıyor. Milliyet kavramının çalışılarak kazanılan bi şey olmadığını ve rastgele elde edilen bir şeyle gurur duymanın, uğruna kalp kırmanın, kin tutmanın yersiz olduğunu düşünen insanlar yüzünden değil. Siyaset, gücü elinde tutmak isteyen azınlığın tekelinde olan bir kavramdır. Bu azınlığı güçlü kılan ise devletin başındakiler en tepede kalmaya devam etsin diye canlarını vermeye hazır olan ve bu işten hiçbir çıkarı olmayan halktır.

Hatırlatmak isterim ki bu yazıdan çıkarttığınız sonuç size insanlığınızı gösterecek. Hâlâ 'Ama onlar..' diye başlayan cümleler kurabiliyor ve bazı insanların ölmesi gerektiğini düşünüyorsanız, hepimizin başı sağolsun. İnsanlığınız ölmüş.


7 Aralık 2016 Çarşamba

Oksijen

Her şey yolunda-ydı.
Sizler duygularımı ucuzlatmaya çalışmadan önce. Yüksek etiketli hayallere göz koyup, küllerini ikinci el dükkanlara savurmadan önce. Sadece seçilmek derdine düştünüz 'seçmeyi unuttuğunuz kalplerinizdeki' sahte gülümseyişlerinizle; ben hala dürüstüm gidişlerimde bile.

Her şey yolumda-ydı.
Ben gecenin güneşi ağırlamasını yüzüme çarpan rüzgarların soğuğuyla beklerken; sizler akıllı, ahlaklı ve sadık olarak uyuyup uyanırken. Ben oyunlar yazar ve oynar, siz dünyayı kurtarırken. Ben nice yağmurlara kucak açar ve siz yağmuru özler gibi konuşurken.

Hayat çoğu zaman şaşırtıyor beni, hâlâ. Halbuki valizim hazır, gece hazır. Yarın ise dün itibarı ile çoktan hazır. Peki ben neden tüm karışıklığın ortasında dünde takılı kalmış plak gibi sonumu getiremeden aynı döngü içinde nefes alıp yarına bu denli körüm?

Ve sessizlik. Sessizlik neden yalnızlık sanılırdı? Yalnızlık avazın çıktığı kadar susmak mıydı? Geceleri çarşaf yerine düşlere mi sarılmaktı? Düşler hep düş/mekten mi olmalıydı?

16 Kasım 2016 Çarşamba

16.11.16

Sikerler okuyacağınız bloğu. Gerçekten.

Hangi-biriniz değersiniz uzun uzadıya laf anlatmaya? Süslü girişlere, kıvrak kelime oyunlarına, mürekkebi duygu olan paragraflara? Yazıp yazıp silmelerime, üslubuma dikkat etmeme, konu bütünlüğünü bozmama çabalarıma, gösterişli kafiyelere? 

Geçen hafta okunmaya lâyık görmediğim için son anda paylaşmaktan vazgeçtiğim ve sildiğim satırlara? Çarşamba bloglarını beklediğini bildiğim bir avuç insanı hayal kırıklığına uğrattığıma değdiniz mi gerçekten? Sen mesela, şunları yazmaya uğraştığıma değecek bir insan mısın?

Değilsin. Ama bugün yazdığım her haltı devrik de olsa, anlamsız da olsa, hatalı da olsa sike sike okuyacaksın. Çünkü 16 Kasım: Dünya Hoşgörü Günü. 

Yakınlarda çok güzel bir insanla tanıştım. İlk kez bir insan yazmaya değil, susmaya ilham verdi. Romeo'ya satırlarca şiirler yazdıran hislerin neden kurgudan ibaret olduğunu aklıma ve kalbime kanıtlayan bir sessizlik bahşedildi ve dolayısıyla geçen hafta buralar boş kaldı.

Bu arada, dün Romeo ve Juliet e başladım. Romeo'nun Juliet'i görür görmez ağzından dökülen ilk satırları duymak ister misin? Umarım istemiyorsundur çünkü bi kısmını paylaşacağım.

"Parıldamayı öğretiyor bütün meşalelere!
El sürülmeyecek kadar güzel,
Dünyaya fazla gelen değerli bir taş bu,
Akranlarından çok değişik ve başka."

Bir sayfa sonra kendimi 'Ulan madem el sürülmeyecek kadar güzeldi de ilk dakikadan karıya niye vantuz gibi yapıştırdın dudaklarını' diye saydırırken buldum. Zaten bu aşk hikayesinin bana çiğ geleceği ilk satırdan belliydi. Çünkü "Meşalelerden bile parlak" göndermesinde benim de zamanında sıklıkla düştüğüm bi yanılgıya rastladım. Nedir o? Sevgiliyi parlaklığıyla ölçmek. 

Yeni yeni anlıyorum ki parlaklığıyla göz kamaştıran ve 'Güneşim' diye isimlendirdiğin insanı gerçekten sevip sevmediğini asla anlayamıyorsun. Çünkü kendi karanlığından ve yalnızlığından o kadar korkuyorsun ki sana iyi gelen, karanlığını ışıkla yırtıp seni ordan çıkartan insan tapılası geliyor. Evet, o senin süper kahramanın. Ama aşık olduğun insan değil. 

Aslında kendini iyi hissettiren insana yakınlık duyma eğilimi gayet normal bir güdü. Ama kişinin içinde bulunduğu boşluk ve özgüvensizlik haddinden fazla ise bu eğilim kişiyi inanılmaz sağlıksız bir 'aşk oyununa' sürüklüyor. Böylece süper kahramanına aşık olduğunu sanıyorsun. Sırf sana iyi hissettirdiği için veya kurtarılmaya değecek kadar önemsendiğini bilmek özgüven verdiğinden gerçek aşkı bulduğunu sanıyorsun.

İşte ben tam da bu noktada gelip ensene sağlam bi tokat attıktan sonra 'Hadi ordan düdük' şeklinde olaya müdahil olmak durumundayım. Çünkü çok yakın bir zamanda, 1 hafta kadar önce benzer bir hikayeden sıyrıldım. Aylardır etkisinden kurtulamadığım ve o bakmıyorken bile uğruna sayfalarca yazdığım adamdan tiksinmem tam tamına bir saniyemi aldı. O ana kadar bıraksanız destanlar yazacağım insana cevap yazmak bile gelmedi içimden. Bir mesaj okumalık sürede içimden nasıl bir zincir koptu anlatamam. Üstelik buna yalnızca ufak bir yanlış anlaşılma, basit bi unutkanlık sebep oldu.

Sonuç olarak o günü ve geceyi sadece düşünerek geçirdim. Aylardır aşk acısıyla kıvranan bir insan nasıl olur da bi anda acılarından bu kadar özgürleşebilir? Geçmişindeki adama ve hatta kendi duygularına nasıl böyle büyük bir nankörlük edebilir? Tanıştığımız günden bugüne aklımda kalan her detayı etraflıca sorguladım. Vardığım sonuçları elbette paylaşacağım. Ama sizin için değil. Çünkü hala değmiyorsunuz. Çünkü sırf blogumu okuduğunuzu bana kanıtlamak için alıntı toplamaya geldiniz ve sohbet başlatmak için kullandıktan sonra bir daha buraya dönmeyeceksiniz. Bu sefer kendim ve hoşgeldin'im için yazıyorum. Yani bundan sonrası sizi bağlamıyor.

Ve sen. Merhaba. Aşkın ne olduğunu hala bilmiyorum. Ama ne olmadığını az bi' şey öğrendim. Göz kamaştıran ışığınla kör olup kendini kollarına bırakanlar seni baston olarak kullanacaklar. Bir köre baston olmak veya kör olup kontrolü süper kahramana bırakmak iyi hissettirebilir. Ama gerçek bi şeyler yaşamak istersen karanlığına taptığın insanları kovala. Çünkü aşk; seni kırıp dökende, sevmek için kendini zorladığın insanda veya davranışlarıyla itip laflarıyla çekende değil.

Tahminimce o duyguyu 'Tanıdıkça güzelleşen'de aramalısın. Sana iyi gelmediği ve süper kahramanın olmadığı halde, hatta varlığından haberdar olmasa bile uzaktan uzağa sevdiğin kişidir belki gerçek aşk. Bana kalırsa sımsıkı sarıldığında avutur gibi sağ-sol salınımları yapanda değil de, dağ gibi - taş gibi dimdik durup saçlarını koklayarak seni saranda ve hatta bunları yazdıranda. O halde, hoşgeldin. 

2 Kasım 2016 Çarşamba

Fısıltı

"Eğer beklemeyi bilirsen, dikenli teller içinde sakladığım rengarenk tomurcuklarım var benim.

Eğer gerçekten sevmeyi bilirsen, beslersen beni sevginle, inatla, yılmadan. Karanlığımdan çıkacağım senin için. Büyüyeceğim ışığına doğru. Tüm çekingenliğimi bırakıp dallarımla tutacağım ellerini. En zarif kokularla, en keşfedilmemiş renklerle açacağım çiçeklerimi sana doğru, bize doğru. 

Sesim en güzel melodileri fısıldayacak kulaklarına. Dans edeceğim ışığının etrafında. Ve gökkuşağı renklerini barındıran bedeninin yanında her duruşumda siyahım bile parlayacak sana doğru. 

Ben sıcağının ruhumu sarmasına izin vererek sende güvende olduğumu bileceğim. İsmini anmaktan vazgeçmeyen dudaklarım bize en yakışan rengi, tutkuyu, kırmızıyı seçecek yeniden. Sen yaklaşacaksın, ben biz olacağım. 

Uyandır beni." 
Dedi kadın. 

"Uyandır tüm bu kabuslardan. Tek isteğim mutlu olmak. Rüyaların olmak. Yanında olmak"

Ve 'Gözlerini aç' dedi adam. 'Geçmişi bırak. Sadece hayalin değil, tek gerçeğinim.'

26 Ekim 2016 Çarşamba

Bir sana, Bir de bana.

Yazmaya zerre hevesimin ve enerjimin olmadığı bir çarşamba günü daha. Buralar boş kalmasın diye eski yazılarımdan birini kopyalayacağım. Keyifli okumalar. Müjk.

Apartmanımızda bulunan alkolik ve kanser hastası bir beyefendinin istifra seslerine uyandim az önce. Tahminimce şuan akciğerleri parça parça ağzından geliyordur. Biliyorum çünkü dedem de ayni yoldan vefat etti. Aslında hiç hoşlanmadığım bi adam kendisi. Kız kardeşiyle yaşıyor ve her alkolik gibi en yakınına sözlü ve fiziki şiddet kullanmaktan geri kalmıyor  Buna rağmen belirli periyotlarla bu adamın acı çığlıklarını, inlemelerini ve ağlamalarını duymak derdime dert katar oldu.

Gözünüzü seveyim, sağlığınıza dikkat edin. Kendiniz için olmasa bile sevdikleriniz için. Düzenli kontrole falan gidin işte ne bileyim. Her şeyden de önemlisi, bu tür hastalıkların büyük oranda stresten ve üzüntüden kaynaklandığını unutmayın. Sevdiğiniz insanlara sımsıkı sarılın ve onları abuk sabuk nedenlerle üzmeyin. Romantik ilişkilerinizde karşınızdaki kişiyle ilgili duygularınızdan emin olmadan seni seviyorum bile demeyin. Biliyorum, o an o kadar kaptırmış oluyorsunuz ki o tutku size sevgi gibi geliyor. O yüzden bunu söylemeden önce bi süre kendinizi tartın.

Kimseye boşa ümit vermeyin. Hele ilişkinin başlarından 'benimsin, seninim, hep burdayım' gibi vaat verme işine asla girmeyin. O an için size öyleymiş gibi geliyor evet. Esasen yalan söylemiyorsunuz fakat iki gün sonra fikriniz değişirse karşınızdaki kişi için çok geç olabiliyor. Bunları hem yaşatan hem de yaşayan biri olarak yakmışlığımdan çok yanmışlığım var. Yine de yediğim haltlar yüzünden vicdanımla yüzleşemiyorum, rahat uyku uyuyamıyorum. Size de söylüyorum ki hemen şimdi başınızı ellerinizin arasına alın ve şöyle bi düşünün. Sevdiklerinize nasıl davrandığınızı, onları bilerek veya bilmeyerek üzdüğünüz anları, önemsiz gördüğünüz insanlara olan tavrınızı..

Hepsiyle yüzleşin ve o kadar sıkı pişman olun ki bi daha kimsenin canı sizin yüzünüzden yanmasın. Bunları yapmayı geçtim, buraya kadar okumayı bile sürdüremeyeceğiniz aşikar. Olsun. Kimsenin okumayacağını bilerek yazdığım ilk yazı bu değil, son da olmayacak tahminen.

19 Ekim 2016 Çarşamba

106

Haftalardır hayatı zehreden baş ağrısı.
Geceye inat ışıldayan sokak lambaları.
Duyduğum teselliler, hakaretler, yalanlar.
Sesi sonuna kadar kısılmış televizyonun sırtıma vuran loş ışığı.
Söyleyemediklerim, haykıramadıklarım, ağlayamadıklarım, boğazıma düğümlenen ihtimaller.

Hepsi birer birer notaya dönüşüp dinlediğim şarkıya sızıyor. Geçmişin yükünü taşıyan notaların tenime temas edip kanıma karışmasını izliyorum. Damarlarımda dolaşan kurşun ağırlığındaki bu yükten kurtulmak için tek bi çarem var. Yazmak. Kanımdaki ağırlığı sayfalarca yazarak 'kurşundan kalemimi' tüketmek. Hemen şimdi, hemen yarın, hemen-hemen her gün. Çünkü bir kez olsun durursam, harcayamadığım her kurşunu kafama sıkmak zorunda kalacağımı biliyorum.

Milyonlarca yanlış var. Bir o kadar da doğru.

Basit yaşamak lazım diyen sayısız bilgenin lafına yeni yeni geliyorum. İşler büyüdükçe karar vermek, herkes için en doğrusunu bulmak imkansız hale geliyor. Bazen milyonlarca doğrunun içinde kaybolup tek yanlışa tutunuyorum. İşin kötüsü uçurumdan aşağı düşme hissinin uçma hissinden hiçbir farkı yok. O kadar ince bir çizgi ki, nasıl anlatsam. Kağıt kadar ince ama kağıt kesiği kadar etkili.

Bi an için okumayı bırakıp GERÇEKTEN anlamaya, hissetmeye çalış. Mutluluktan bulutların üzerine çıkarttığını sanarak sımsıkı sarıldığın o müthiş güzellikteki yanlış aslında sana hızla irtifa kaybettiriyor. Çakılıyorsun.

Hadi bu durumdaki bir insanın portresini çizmeyi deneyelim. Ne hissediyor olabilir? Hayal kırıklığı? Utanç? Acı? Hayır. Çakılan insanın en büyük sorunu kalbindeki kırıklar değildir artık. Çünkü verilmiş ve verilecek kararların hiçbirinin garanti olamayacağını acı bir şekilde öğrenmiştir ve kendisinin bu konuda yetersiz olduğu önyargısına kapılır. Kendi karar alma mekanizmasına güveni kalmadığından artık yaşamak için başkalarına muhtaçtır. Kötü niyetli kişilerin en çok kullandığı zihin manipulasyonu şeklinin bu olmasına şaşmamalı. Çünkü özgüvenini yitiren insan çabuk bağlanır, kaybetmek en büyük korkusudur. Onu olduğu gibi kabul eden ilk kişiye sorgusuz sualsiz itaat eder, kişiliğini büstiyere bırakır ve modern köleye dönüşür.

Senaryo gerçeküstü veya abartılı mı geldi? Benim başıma hiç gelmedi ve gelmez mi diyorsun? Bi' daha düşün.

12 Ekim 2016 Çarşamba

Konu Sen'sin

Şimdi dur. Güzel bi şarkı aç. Televizyonu kapat, etrafındaki gürültüden sıyrılıp kendini müziğe bırak. Notaların birbirini nasıl okşadığını hayranlıkla izle. Şarkıyla beraber kendini de dinle. Telefonu ya da mause'u tutan parmaklarına bak. Ne kadar da mucizeviler. Aldığın nefesin ciğerlerine doluşunu ve sıcacık bir buğu eşliğinde dudaklarından çıkışını hisset.

Vizeleri, dertleri, okulu, işi, oyunu bi kenara bırakıp kendine bak. Varlığın ne kadar da değerli. Omzuna yığdıkları beklentileri, uyman gereken kalıpları kır 5 dakikalığına. Sadece nefes aldığın için ne kadar mükemmel olduğunu hatırla. Nefes almak için ekstra bir çaba harcaman gerekiyor mu? Vücudun sana hiçbir iş bırakmadan her şeyi nasıl güzel idare ettiğine bak.

Ne kadar değerli olduğunu farkettin mi? Öyleyse şimdi tekrar dur ve nefret ettiğin birini gözünün önüne getir. Kim bilir nelerle başa çıkmak zorunda, neler yaşadı, ne acılar çekti. Nasıl bir ortamda büyüdü, kendi varlığından kopartılıp nasıl biri olmaya zorlandı? Eminim nefret etmek için haklı sebeplerin var. Ama ona bi' daha bak, belki onun da vardır. Affet ve unut, inan bana hafifleyeceksin.

Son bir kez daha, derin bir nefes al. Ne istediğine bak.

Hayatında kimse yok mu? Yalnızlığın sana verdiği gücün ve özgüvenin farkına var.

Çabuk mu sıkılıyorsun? Her gün başkasıyla gez. Hicbirini kandırmadan, hiçbirini kırmadan ve asla yalan söylemeden de yapabilirsin bunu. Sadece gözlerine bak ve ona değerli olduğunu hissettir.

Sevdiğin adamı/kadını buldun mu? Hatırlaman gereken tek şey, haklı olmak hiçbir zaman sevdiğini kaybetmekten önemli değil. Ego savaşlarını bi kenara bırak ve ufak şeylerle sevdiğini yorma. Gözlerine bak, yanağını okşa ve dakikalarca seyret.

Özlüyorsan, sarıl.
Seviyorsan, seviş.
Bunaldıysan, uzaklaş.
İstiyorsan, ne pahasına olursa olsun peşinden koş. Çünkü hayat hissetmeden yaşamak için çok kısa ve yarın O'nu bıraktığın yerde bulamayabilirsin.

5 Ekim 2016 Çarşamba

Seviyor mu? Sevmiyor.

Televizyon izlemeden geçen koca bir yaz geçirdim. Lakin ne yazık ki uzak akrabalara misafirliğe gittiğimiz akşam televizyonda bir Türk dizisinin 10-15 dakikasına denk gelmiş bulundum.

Senaryo gereği oğlanla kız uzun yıllar sonra birbirlerini ilk kez görecekler. Telefonlaşıyorlar, nerdesin, geldim, falanca yerdeyim sohbetlerinden sonra kız oğlanı görüyor. Sonradan öğreniyorum ki oğlan küçükken korku filmlerinde ilk ölen tiplerdenmiş, ergenlikte ne olduysa kilolar verilmiş, gözlükler atılmış, jilet gibi genç bir iş adamı olmuş. Vakti zamanında başarısıyla ve güzelliğiyle popülerite toplayan kızımıza da tır çarpmış olsa gerek, bakımsız, başarısız, silik bir tipe dönüşmüş.

Neyse işte, kız adamı görüyor. Hayran hayran bakakalıyor. O sırada adam o paspal kızın yanından öylece geçip arkasındaki afet-i devrana merhaba diyor. Kız hayal kırıklığı içinde oradan kaçıyor ve 'tabi ya, beni kim sevsin ki' nidaları eşliğinde köşesine çekiliyor. Sahne neden içime işledi bilmiyorum ama o an ben bu diziyi izlerim dedim. Üzerinden birkaç hafta geçti. Lise yıllarımdan beri ilk kez Türk dizisi izleyecek olmanın verdiği heyecanla oturdum, bütün bölümlerini izledim. (Gerçi sanırım orjinali Türk değil Kore dizisiymiş. Yani ağır dram ve acıtasyon içermiyor.)

Aslında bu paragrafı çok güzel süsleyesim var ama bahsedeceğim dizi karakteri kendi halinde o kadar mükemmel ki edebiyat yapma ihtiyacı hissetmiyorum. Bu adamda bugüne kadar başkalarından hiç duymadığım ve binbir acı deneyim sonucu vardığım fikirler, kararlar, bakış açıları ve hatta buruk gülüşler gördüm. Bir kaç kez ekrana yastık fırlatıp 'Ben olmadan bilemezsin, içimde mi yaşıyorsun be adam' diye bağırdığım bile oldu. Gerçek hayatta benzerini görürseniz tanıyın da kıymetini bilin diye biraz tarif etmek istiyorum.

Öncelikle böyle adamları toplum içinde kolayca ayırt edemezsiniz. Çünkü yeni girdiği ortamı veya gözüne kestirdiği kişiyi önce sessizce izler. Durumu anlamak ve hislerinden emin olmak için kendine zaman verir. Yani onu yeni tanıştığı bir kızın omzuna kolunu atıp 'Bebeğim naber ya' derken göremezsiniz. Işıl ışıl gözlerinin arkasındaki muzip ve keskin zekadan, ancak o kendini hazır hissettiğinde ve size sunmaya karar verdiğinde nasiplenebilirsiniz.

Yavaş harekete geçmelerinden dolayı onu şu orta yaş kafasındaki büyümüş de küçülmüş iş adamlarıyla karıştırmayın. Kaç yaşında olursa olsun kariyer ve popülerite delisi olan modern erkeklerle aralarında bazı benzerlikler olduğu doğrudur. Ama birinin aklı başarı ve şakşaklanmadan başka bir şey görmezken diğeri bu tür olgulardan oldukça uzaktır. Bu kariyer delisi olan kesimdekiler 'Yaşayacağımı yaşadım' kafasındadırlar. Eş/sevgili olarak kurdukları düzeni bozmayan ve fazla sorun çıkartmayan kadınları seçerler. İstediğiniz ilgiyi onlardan asla göremezsiniz çünkü hissetme kapasiteleri inanılmaz körelmiştir. Temkinli ve ağır davranmalarının sebebi ise iç seslerini dinleme arzuları değil hata yapma korkularıdır.

Aslında bahsettiğim tapılası adamın olayları ağırdan almasının altında da korku yatar. Ama yanlış yapmaktan değil, canının yanmasından korkar. Çünkü ilişkisini ilmek ilmek işleyip kendi elleriyle bulutlara çıkaran bu insan, her vazgeçişte ve ayrılıkta o bulutlara uzanan sarayın başına yıkılacağını bilir. Birbirine pamuk ipliğiyle bağlanan insanların aksine betonlarla, alçılarla bağ kuran insanın o enkazın altından çıkması zordur, yorucudur, bezdiricidir. Ama güvensizliğini ve ürkekliğini bi kez olsun aşabilirseniz o sarayın içinde sizi bir ömür tutar. Canınızın yanmasına izin vermez, üzerinize titrer.

Olur da sarayı terk eder ve daha sonra geri dönmeye karar verirseniz karşılaşacağınız enkazın altında onu asla bulamayacağınızı da aklınızda tutun. Bu durumda şahsınıza düşen tek şey gitmektir. Tabi becerebilirseniz. Gitmek demişken, lafı yeterince uzatmışım. Bahsettiğim dizi karakterinin repliğiyle yazıyı noktalayıp huzurlarınızdan çekileceğim. Müjk.

"Gidişim ani oldu farkındayım. Bi süre buralardan uzak kalıcam. İyi de niye dediğini duyar gibiyim. Makineyi resetlemeye ihtiyacım var. Zira artık makine beni kasıyor. Bi' aç-kapa yaparsam belki kendime gelirim. Kendimi aşk için yalvaran bir adam olarak görmekten hoşlanmadığımı farkettim ve ben tüm bu olan biteni algılayıp idrak edebilecek kadar zeki değilim. 

İnsanlar hata yapar. Ve sık sık da pişman olurlar. Hiçbir zaman mutlu olmayacaklarını bildikleri halde hayal kurmaktan vazgeçmezler. Kurtulmak için asıldıkları ipin boyunlarına bağlı olduğunu bilmezler.

Bir insanın asıl meselesi amaçsızlık değilmiş. Çok amacının olmasıymış. Sadeleşmem gerekiyor. Hayatla ilgili isteklerimi azaltmam lazım. Ve işler karıştıysa bir gezginin tek bi' çözümü vardır. Gitmek

Gece sessizdir ve artık kalbi engelleyecek hiçbir şey kalmamıştır. Gece gibi bir yere gideceğim. Kendimden başka kimse olamayacak ve bütün soruların cevaplarını bulmadan da dönmeyeceğim."  

28 Eylül 2016 Çarşamba

İnsan Deneyleri

Tadınızı kaçırmak istemezdim. Lakin..

Her zamanki gibi küçük insanlar statü, para, popülerlik ve lüks için ömürlerini didinerek geçiriyorlar. Onlara dünyayı benim gözümden gösterebilmeyi çok isterdim. Küçük hedefleri için döktükleri terle karışık gözyaşının toprağa karışıp katranlaşmasını; Yer altından onları izlemek için her başımı kaldırdığımda o katranın yağmur olup yanaklarıma süzülüşünü resmetmek isterdim.

Resme şöyle bi' baktıktan sonra empati bile yapabilirlerde belki. Ama en fazla o kadar. Çünkü yaşadıkları hayatların bir online oyundan daha gerçek olmadığını öğretmenin kolay bir yolu yok. Suçlamak yersiz, ben de o yollardan geçtim. Kim geçmedi ki?

Anladığım kadarıyla insan geç öğrenen ve hatta çoğunlukla hiç öğrenmeyen bir canlı. İlk zamanlar cüzdanında yer alabilecek en değerli şeyin 200'lük banknotlar olduğunu düşünüyorsun. Taa ki sana bırakılan intihar mektubunu cüzdanında taşımaya başlayana kadar.

22 Eylül 2016 Perşembe

Hani Zamandı Tek Çare?

İlalebet aşk bu bendeki
Kör olası yaktı içimi.
Arasıra uğra kalbime, 
Oyunun içinde tut beni. 

Kendimi bu satırları mırıldanırken yakaladığımda saat 1 civarıydı. Birden irkilip donakaldım. Bu anı daha önce yaşadığıma emindim. Hatırlamam uzun sürmedi. O zaman da bu geceki gibi bi şeyler karalamışım. Sene 2011. Yine aylardan Eylül, ayın 18'i. İzninle kelimesi kelimesine kopyalıyorum.

*Uyuyorum, uyuyorum.. Günler çabuk geçsin diye*

Kulaklarımda bu şarkı yankılanırken gözlerim saate ilişti. Gece 02:39.  'Uyumayacağını biliyorsun, kalk hadi' dedi Eylül. Kalktım. Mp3'ümü kulağımdan çıkartmadan mutfağa gittim. Bir paket bisküvi ve bi bardak suyla geri döndüm. Antalya'nın boğucu sıcağından bi nebze kurtulmak için üzerimdeki fazlalıkları bir kenara atıp balkonun kapısını araladım. Eylül epeydir yazmam için dürtüyordu. Tanımayanlar için açıklayayım, Eylül uzun zamandır benim ilham perim. Adını doğduğum aydan alıyor. Bir parmak boyunda, sapsarı saçları ve açık kahve gözleriyle sonbaharın masumluğunu hatırlatan, kanatları tülden de ince, alabildiğine zarif bir peri. Onu kırmak adetim değildir. Dolayısıyla aldım elime kalemi ve başladım karalamaya.

-Mutsuzum. Neden bilmiyorum. Acıktığımda yediğim önümde, yemediğim arkamda. İlgiye ihtiyacım olduğunda dört-dörtlük bir sevgilim ve yalnız bırakmayan dostlarım var. Sevgisizlikten yakındığımda uzakta da olsa beni seven bir babam ve hep yanımda olan bir annem var. Neden. Neden mutsuzum hala?

Eylül gözlerime aciyarak baktı. Cevabı netti.
-Çünkü SADECE acıktığını söylediğinde yediğin önünde, SADECE ilgiye ihtiyacın olduğunu haykırdığında dostların kucak açıyor. Annen ve baban sadece sevgisizlikten yakındığında saçlarını okşuyorlar.

Eylül haklıydı. Herkesin uyuduğu bi dünyada farkında olmak her zaman acı verir derler.  Sanırım farkına vardığım her şey için acı çekmeye devam edeceğim. Çünkü kesin olan bir şey var ki, ben acıkmadan doyuracak, ben ağlamadan sarılacak, ben söylemeden anlayacak, ben nefes almadan hayat verecek biri yok bu dünyada.


Sene 2016. Bakıyorum da çok şey değişmiş. Artık Antalya'da değilim mesela. Eylül artık o kadar sevimli değil. Saçlarını kırmızıya boyayıp ruhuma sızdı. Kaleminden kan damlayan bir gardiyan misali mutluluğumun başında bekliyor. Yalnız bırakmayan dostlarım da yok. Ama yalnız kalmak istediğimde anlayışla karşılayan, ihtiyacı olduğunda yanında olamayışlarıma rağmen çekip gitmeyen, alabildiğine güçlü ve bir o kadar da kırılgan bi dostum var. Farkında mı bilmiyorum ama üniversite yıllarımın bana kattığı en güzel şey o. Dört dörtlük bi sevgilim de yok artık. Kimsenin dört dörtlük olamayacağını öğreneli çok oldu. Uzakta olan babamın yanına annem de eklendi. 4 yıldan fazladır ayrı yaşıyoruz.

Değişmeyen tek şey dönüp dolaşıp tekrar tekrar yaşadığım geceler. 5 sene önce farkına vardığım şeyler hiç değişmedi. Gelen gideni aratıyor, şarkılar baki kalıyor. Birazdan kulaklıklarımı takıp mırıldandığım şarkıdan bikaç kuple dinleyeceğim. Bu gece kulağıma fısıldanan her mısra 2011'deki Saynur'un şerefine. Bu arada, Ben Saynur. Tanıştığıma memnun oldum. Bu gece kulaklığıma ortak olur musun?

Ziyadesiyle şerdeyim, gece gündüz oldu.
Bi yalansa kefaletim, ödeyeli çok oldu.

20 Eylül 2016 Salı

Bana bir öpücük verin yoksa şair öleceğim

Birleşmemiz radikal olacak ben kan vereceğim
Otobüsler olacak, trenler, bütün öldürülmüş cumhuriyet şehirleri
Saçlarım uzun olacak, bıyıklar, gözlükler; gideceğim
Çığlıklarla düzülmüştür aşk şiirleri

Çokça sevdiğim bu dörtlük bana en güzel ve aynı zamanda en zor yıllarımdan, lise dönemimden yadigar. Bu dönemi özel kılan ise 'Carpe Diem' mottosu sanırım.

Fırsatını bulmuşken hemencecik Latince bilgimle sizi ezmek isterim. Şu dillerinize pelesenk edip bokunu çıkarttığınız Carpe Diem'in tam çevirisi aslen 'Günün meyvesini topla'dır. Yani sandığınız üzere *Dünü unut, yarın yokmuş gibi yaşa, ye iç sıç dağıt* değildir. Birkaç kendini bilmez işsizin serkeş hayatlarıyla kabul görme çabalarına kanmayın. Zira Ölü Ozanlar Derneği'ni okuduklarını bile sanmıyorum.

Bu terimin bize anlatmak istediği şey 'Her ne halt ediyorsan et yaptığın şeyin farkında ol, hayatı mot a mot yaşama, makineleşme' fikridir. Uyandın, banyoya gittin,  yüzünü her sabah yaptığın gibi yıkarken bunu mekanikleşmiş şekilde yapma. Yüzüne değen her damlanın farkında ol. O an günün geri kalanı için endişelenmeyi veya plan yapmayı bırak ve yaptığın şeyin sende oluşturduğu hisleri tadımlamaya çalış. (Ki bunu yapmak yüksek bir farkındalık gerektirir. Zil zurna sarhoşken bu bilinci kaybettiğin için Carpe Diem mottosuyla sokaklarda bağırman yalnızca ayyaş bir kaybeden olduğuna delaletttir)

İşte ben bu farkındalığı yitirdiğimden 4 yıldır kendime uzak yaşamaktayım. Olayların beni sıyırıp geçişini izlerken sanki ruhum bedenimden ayrılmış da kendisini uzaktan izliyormuş gibi hissediyorum. Kendime 91 cm uzakta yaşadığım bu günlerde en azından senin farkındalığını dürtebildeysem, ne mutlu bana. Müjk.

18 Eylül 2016 Pazar

Sevgili Günlük

Erkenden uyandığım ve kendime gelebilmek için şarkı açtığım sabahların birinde bi videoya rastladım. Başlıkta Ölmeden önce dinlenilmesi gereken şarkılar yazıyordu. Videonun sonuna geldiğimde 'Gördün mü bak hepsini biliyorum, demek ki artık ölebilirim' diyebilmek için hayatım ona bağlıymışçasına dinledim. Lakin videonun sonlarına doğru bilmediğim bir Justin Bieber şarkısı çıktı. Hayatımı kurtaran kişinin o olmasını yediremeyip sevdiğim bir şarkıyı açmaya koyulmuştum ki önerilerde başka bi şarkıyla göz göze geldim. Dinledim, dinledim, dinledim. Çünkü bu şarkıyı ezberlemeden ölmemeliydim.

Aynı günün akşamı mutfak camından bi koku geldi. Kokuyu daha iyi alabilmek için ayaklarım yerden kesilene kadar ağırlığımı tezgaha verip o minik pencereden başımı uzattım. Çocukluğumu geçirdiğim ve uzun zaman sonra tekrar taşındığım evin bu manzaraya açıldığını, sokağın beni ben yapan kokusunu, hep pencere arkasından izlediğim için asla tadını çıkartamadığım sokakları, elime üç kuruş geçer geçmez heyecanla koştuğum bakkalı, kapkaranlık gökyüzündeki minik parıltıları ilk kez görüyormuş gibi izledim. İtiraf etmek gerekirse, onları zaten ilk kez böyle görüyordum. Ölmemek için birkaç sebep daha bulduktan sonra sabah keşfettiğim müzik için tekrar Play'e bastım. Uzun zaman sonra ilk kez tek başıma dans ettim.

Dışardan mutlu son gibi gözüken her saniyemin tadını çıkarttım. O tanıdık katranlaşmış duyguların ruhuna dolmak için kapıda beklediğini bilen biri ne kadar mutlu olabilirse o kadar oldum.

Bunları neden sana anlatıyorum bilmiyorum. Her Çarşamba yazı yayınlayacağım diye kararlaştırdığım halde neden bugün paylaşmaya karar verdim onu da bilmiyorum. Sanırım çarşamba bloglarına ek olarak diğer günlerde de kalemimden taşanlara maruz kalacaksın. O halde şimdiden kolay gelsin. Müjk. 

12 Eylül 2016 Pazartesi

Okumaman Gereken Blog

Oldukça sade ve izole bir hayat yaşadığını düşün. Gün boyu evdesin, aynaya sadece önünden geçerken bakıyorsun. Çoğu zaman başını çeviriyor ve özellikle banyoda aynalara sırtını dönüyorsun. Fotoğraflarla aran yok. Zaten fotoğraflanmaya değer anıların da yok.

Arada bir çat kapı gelen ve birlikte vakit geçirmek için arayan eşi-dostu görmezden geliyorsun. Çalan kapıları açmıyor, mesajların pek çoğuna kasıtlı olarak 2-3 gün sonra bakıyorsun.

Bu süreçte sanaldan çok farklı insanlarla tanışıyorsun. Kimilerinin hikayeleri ilgini çekiyor. Dinliyorsun, yorumluyorsun, karanlık dünyalarına farklı bakış açıları sunan pencereler açıyorsun. Bazıları pencereden süzülen güneş ışığından hoşlanmıyor. Gözleri acıyor çünkü. Pencereyi kapatıp kapıları açıyorlar ki git diye. Bazıları da ışığın odayı aydınlattığı yere gidip bi' sandalye çekiyor ve manzaraya dalıyor. Her iki durumda da işinin bittiğini hissettiğin için sessiz sedasız gidiyorsun. Ama kendi dertlerinde boğulmamak için yeni hikayeler duymaya ve başkalarında kaybolmaya muhtaç hissediyorsun.

İnsanları tanıdıkça kafanda belli kalıplar oluşmaya başlıyor. Bazı kalıplar da aksine tuz-buz oluyor. Anlıyorsun ki sen de dahil insanların neredeyse hiçbiri değer vermenin ne olduğunu bilmiyorlar. Sonra fark ediyorsun ki kendini gerçekten sevemeyen insan kimseyi sevmeyi başaramıyor. Başkalarında kalamayışının sebebinin kendinde de kalmak istemeyişin olduğunu ve en çok kendinden kaçtığın için bu halde olduğunu idrak ediyorsun. Ayda yılda bir Doğan güneşin ardından gitmek istiyorsun ama ya güneş doğru olmuyor ya da sana doğmuyor.

Ölümden daha ciddi bir şeyin olmadığını yaşayarak öğreniyorsun. Bazen hiçbir şeyi umursamadan kendini dalgalara bırakarak mutlu olmayı, çoğunlukla da tüm mutlulukların geçici birer illüzyondan ibaret olduğunu düşünerek umutsuzluğa gömülmeyi tercih ediyorsun. Yalnızlığı ilmek ilmek işliyor, ona bağımlı hale geliyorsun.

Ruhunla beslenen yangınları gizlemek için buzdan bir çeper örüp oraya saklanıyor ve etrafı ürkek bakışlarla izlemeye devam ediyorsun. Taa ki..